-kaderin cilvesi-

nikita hruşyov döneminden kalma apartmanın en üst katına çıkarken bir yandan lanet okuyor, bir yandan da "kaderin cilvesi" * filmindeki bir sahneyle baş başa kalabileceği bir senaryo ihtimalini düşünerek, içten içe eğleniyordu. bir gün eve girdiğinde tanımadığı sarhoş bir manyağı kanepesinde yatarken bulma ihtimali eğlenceli olmasa da, belki de yıllardır beklediği ruh eşini evinin ortasında bulacaktı.

fabrikada gün boyu ayakta çalışmanın, otuz altı yıllık bezgin ve soluk beyaz bedeninde yarattığı yorgunluğun etkisiyle, her ne kadar uzun bacaklara sahip olup, arada basamakları ikişer ikişer atlayarak çıksa da, beşinci katın son basamakları ince ayak bileklerine zulüm gibi geliyordu. artık çocuk olmadığını ilk defa, annesinin cılız bünyesinin onu beşinci kata kadar taşıyamayıp, onu dördüncü katta sırtından indirdiğinde anlamıştı.

çocuk olmadığını anladığı an, annesinin artık ona yetmediği düşüncesine kapılmış, daha uzun süre çocuk kalabilmek arzusuyla hatta annesini suçlamıştı. o an, annesiyle bir gün rolleri değişeceklerinden de habersizdi. hastalıktan dolayı iyice güçten düşen annesinin son zamanlarında, onun tüm itirazlarına rağmen arada sırada onu temiz hava almak için dışarıya çıkarıyor, tekrar onu sırtlayarak hruşyovkanın son katına, bir dağ keçisi gibi tırmanıyordu.

sırtındaki annesinin gözyaşlarından habersiz basamakları adımlarken, belki de ebedi istirahate kavuşmasının ikisi için de daha iyi olacağını düşündüğü anları anımsadı. bu duygunun mu yoksa annesinin sırtında hep çocuk olarak kalma arzusunun mu daha utanç verici olduğunu sorguladı. şüphesiz ki başkasının sırtına yük olmak daha utanç vericiydi. bu düşünceler arasında annesini daha iyi anladı ve donuk mavi gözleri sulandı.

her zamanki gibi beşinci kata ulaştığında, otomatik ışığın sönmesiyle etraf karanlığa büründü. sanki birisinin onu görme ihtimali varmışçasına, karanlıktan istifade edip, bir süre gözyaşı döktü. ince uzun ama güçlü parmaklarıyla gözyaşlarını silerken, bir yandan da burnunu çekti, derin bir nefes aldı, fosforlu düğmeye basarak karanlıktan ve hüzünden kurtuldu. çantasından anahtarını çıkardı, gıcırtılar eşliğinde hoş geldin diyen kapısını araladı.

yeni aldığı ayakkabılarını çıkardı ve "bu ayakkabılar için beşinci kata kadar çıkmayı kafasına koyan kişinin, bu ayakkabılara mutlaka benden daha çok ihtiyacı vardır" düşüncesiyle ayakkabılarını kapının girişine düzgünce bıraktı. tam kapıyı kapatırken "hayır bu ayakkabılara şuan en çok benim ihtiyacım var" diyerek fikrinden vazgeçip ayakkabılarını içeriye aldı. gülümsedi ve çocukça mutlu oldu.

yalnızlığını ve vücudunu yatağından daha çok paylaştığı, evhamlı ve keyifli gecelerinin sırdaşı ve ortağı bej kanepesine yanaştı ve çantasını usulca bıraktı. banyoya geçti ve ilk iş, küvetini sıcacık suyla doldurmak için muslukların sıcaklık ayarını yaptı. aynada kendini süzdü. makyajı yanaklarının ortasına kadar akmıştı ve yüzüne yayılmıştı ama hala alımlı ve güzeldi. onu çekici kılan belki de, bugüne kadar hiç boyatmadığı için yıpranmamış, saf altın ışıltısında, ham ipek yumuşaklığındaki, göz kamaştıran saçlarıydı.

kanepesinden çantasını alarak yatak odasına geçti ve yavaş hareketlerle soyunmaya başladı. küvet dolana kadar oyalanmak için vakti vardı. soyunduktan sonra gardırobunun boy aynasında, kışa hazırlanan bir huş gibi uzun, ince ve çıplaktı. parmaklarını aralayarak, kollarını bir ağacın güneşe uzanan dalları gibi açtı. işte şimdi tam bir huş ağacıydı artık. fırtınada silkelenen bir ağaç gibi sağa sola esnedi ve sallandı. toprağa iyi kök salmıştı, hala ayaktaydı, baharı ve göçmen kuşları bekliyordu. gülümseyerek çantasına uzandı ve çantasından bir şişeyi kavradı. yüzüne akan makyajı savaş boyası olmuş, son yürüyüşünü yapan bir ent taklidi yaparak, kolları havada, aheste adımlarla tekrar banyoya yöneldi.

küvet iyice dolmuştu. ayağıyla suyun sıcaklığını kontrol etti ve muslukları kapattı. elindeki şişeyi küvetin köşesine bıraktı ve mutlu bir çocuk gibi suyun içinde uzandı. tüm hücreleri gevşedi ve içini uzay-zamanın ötesinde bir huzur kapladı. başını tamamen suya daldırdı, yüzünü güzelce ovaladı, makyajını temizledi ve yorucu günü vücudundan uzaklaştırarak arındı. sağ koluyla küvetin kenarından destek alıp başını doğrulturken, etrafa dağılan saçları toplanarak boynuna ve omuzlarına yapıştı. bu duygu nedense biraz rahatsız etmişti.

hafif arkasına dönerek, başının ucundaki şişeyi avuçladı ve tekrar suya uzandı. şişenin kapağını açarak, burnuna yanaştırıp önce güzelce bir kokladı. şarap ve öksürük şurubu karışımı bir kokusu vardı. belki de zaten öksürük şurubuydu ama, içinde çok az bir miktar lsd olduğundan emindi. en azından irina ona bunu vadetmişti. şişeyi kafasına dikti ve yüzü ekşiyerek tüm şurubu içti. "aaaeeehhh! lanet olsun!" diyerek, şurubun yapacağı etkileri beklemeye başladı.

ne kadar süredir beklediğinin farkında değildi. biraz üşüdüğünü hissetti. su soğuyana kadar vakit geçmiş miydi yoksa şurubun etkisi miydi karar veremedi. başı dönmeye, düşünceleri dağılmaya ve etrafındaki eşyalar farklı şekillere bürünmeye başladı. etrafını incelerken, vücudunun geri kalanı alt komşunun banyosunun tavanında sarkan, beton zeminden kurtulmaya çalışan fayans bir at başıyla göz göze geldi. bu muhtemelen klozet olmalıydı. "ah irina, seni kaltak! ne verdin sen bana?"

vücuduna demir külçeler bağlanmış gibi vücudu ağırlaşırken, dibe çekiliyordu. tamamen suya daldı ve içini bir endişe kapladı. yavaş yavaş dibe batarken, bedeninden kurtulduğunu hissetti. hayatının en büyük yükünü üzerinden atıp, suyun yüzeyindeki ışığa doğru kulaç attı. o kadar hafiflemişti ki, sağ koluyla yine küvetin kenarından destek alıp, nefes nefese suyun yüzeyinde doğrulduğunun farkında bile değildi.

ayakları karıncalandı ve kramplar girdi. ayak parmak uçlarından beline kadar bir kaşıntı başladı. bacaklarını kaşımak için ellerini uzattığında ellerine yosun rengi, pul pul, kaygan bir doku geldi. ayaklarını havaya kaldırdığında kuyruğuyla yüzleşti ve kalbi çatlayacak gibi oldu. nefesi kesilmiş etrafa bakınırken, banyonun tamamen suyla dolu olduğunu gördü. başını yerdeki büyük yuvarlak paspasa çevirdiğinde, paspas pembe bir kedi balığı gibi dalgalanıyordu. demek ki hala suyun içinde olmalıydı ve suyun içinde de nefes alabiliyordu, ya da nefes almaya ihtiyaç duymuyordu.

suyun içinde bir deniz kızı kadar özgürdü. zaten artık bir deniz kızıydı. yorulmadan ve kulaç atmadan, sadece kuyruğunu sallayarak her tarafa yüzebilirdi. bir süre sonra, vücudu iyice hafiflemiş, adeta yüzmüyor, bir martı gibi havada süzülüyordu. kendisini daha da özgür hissetti. tüm hücreleri tek tek ayrışmaya başladı ve moleküllerine kadar çözüldü. bir sis gibi etrafa dağılmaya başladı ve sadece, manyetik alan gibi tüm dünyayı çevreleyen çıplak düşünceleriyle baş başa kaldı.

bir uçağın kanatları altındaki akışkan hava olup uçağı cesurca sırtladı. bahara merhaba diyen dağ sümbüllerini tatlı tatlı okşadı, vadiden aşağıya doğru ılık ılık esti. yeni doğan bebeklere ilk nefes olup, çocukların rengarenk uçurtmalarını kucakladı. kızıl güneşe inat ince ince çiseledi, gökkuşağının yedi rengine büründü.

düşünceleri aniden büyük bir kütle kazandı ve bedeni kuvvetli bir şekilde sarsıldı. kudretli bir yel gibi tozu dumana kattı. gürleyerek, etrafa şimşekler saçarak, sağanak olup yağdı. acımasız bir hortum olup, meşe ağacını kökünden söküp, yere çaldı. apansız bastıran dolu gibi çatıların kiremitlerini ufaladı. tekrar sakinleşip duruldu. salına salına toprağa düştü ve etrafı beyaza boyadı.

"aman tanrım! sergey, çabuk koş!" birinci katta yaşayan yaşlı çift, dışarıda oturdukları çardaktan fırladılar. yaşlı adam buruşuk elleriyle, yerde yatan bedenin boynuna parmaklarını bastırdı ve bir şey hissetmedi. bileklerini kontrol ettiğinde, parmak uçlarında yine herhangi bir kıpırtı duymadı. yaşlı kadın elini çıplak bedenin soğuk göğsüne bastırdı ama, o da eli boş döndü. yaşlı adam son bir umut cebinden sigara tablasını çıkardı ve yerde kanlar içinde yatan narin ceylanın ağzına götürdü. hiçbir nefes işareti yoktu.

yaşlı kadın, "beşinci kattaki yalnız yaşayan kız bu" diye söylenirken gözyaşlarına hakim olamadı. yaşlı adam, "zavallı sveta" diyerek, ceketini çıkartıp çıplak bedenin üzerini örttü. sveta artık üşümüyordu...
devamını gör...
ön not: öncelikle bu uzun yazıyı okuyacak olanları sabırlarından dolayı tebrik eder ve teşekkürlerimi sunarım. * daha ilginç kılmak için öyküye bir de şarkı yerleştirdim. öyküyle de çok uyumlu bir şarkı. sadece şarkıyı da dinleyebilirsiniz. *

**parıltı**

-göç-

minik regina, ablası snejana ile luhansk'tan polonya'nın küçük gri bir şehri olan gliwice'ye geleli üç ay olmuştu. adaptasyon için kreşe gidiyor, lehçe öğrenmekte zorlanmıyordu. seneye birinci sınıfa başlayacaktı. babasını zaten hiç tanımamıştı. annesini de evlerinin yakınında patlayan bomba yüzünden kaybetmişti. o sırada regina evin içinde, sırtı pencereye dönük oyun oynuyordu. şok dalgasının yarattığı basınçla tuzla buz olan cam, regina'nın sırtına çivi gibi yağmıştı. savaşın bıraktığı bu izleri sırtında hep taşıyacaktı.

göç idaresi başkanlığı snejana'yı otel mikulski'ye temizlikçi olarak yerleştirmiş, iki kardeşe kalacak küçük bir daire de ayarlamıştı. üniversite eğitimi yarım kalsa da, polonya hükümetine misafirperverliklerinden dolayı şükran duyuyordu. hatta, şefleri marcin'in sözlü tacizleri eyleme dönüşmedikçe, bu tacizleri umursamıyordu. tüm acıları geride bırakıp, hayata tutunmak tek gayesiydi.

regina patlamadan sonra, çoğu gece, terden sırılsıklam olmuş, sayıklayarak uyanıyordu. kabuslarında sırtını bazen kuzgunlar eşeliyor, bazen kırmızı zehir gözlü kara kara akrepler sokuyor, bazen de kan emici renkli solucanlar derisini deşiyordu. bu sefer çivi bir yatağa hapsolmuş, ablasıyla ona her defasında bakışlarıyla nefret kusan yaşlı cadı komşuları, regina'nın minik bedenine çullanmış, boğazını sıkıyordu. içe doğru nefes verir gibi hırıltılar içinde sıkışan regina'yı fark eden snejaya, hemen ona sarılarak, saçlarını okşamaya başladı. hafif dalgalı sarı ipek saçları üzerinde, onu okşayan elleri, buz üzerindeki bir kızak gibi kayıyordu. kulağına teskin edici kelimeler fısıldadı.

-şşşşş... sakin ol meleğim. sadece kötü bir rüyaydı. ben buradayım, korkma. sana anlattığım masaldaki gibi, sen cennetten dünyaya düşen bir meleksin. kaybettiğin kanatlarının sancısını çekiyorsun. büyüyünce kanatların tekrar çıkacak. hem yarın doğum günün, sana sürprizim olacak. şşşşş... korkma, seni hiç bırakmayacağım. şşşşş...

-mesaj-

bir cumartesi sabahı, yorucu geçen haftanın verdiği uyuşuklukla, piotr yatağında bir sağa bir sola dönerek tembellik ediyordu. geceden sabaha kadar aslında aklı, mesajına cevap vermeyen kasia'daydı. muhtemelen erken uyumuş olmalıydı, yoksa neden cevap vermesindi ki? arayarak rahatsız etmek istememişti. acaba şimdi arasa mıydı düşüncelerine boğulmuşken, yatağının başucundaki sehpanın üzerine bıraktığı telefondan gelen mesaj sinyaliyle irkildi. karnına doğru bükülen bacakları, ateşe basan bir çekirge gibi gerildi ve dönerek telefona doğru fırladı.

"piotr, üzgünüm ama bu ilişkinin bir geleceği yok, elveda" mesajı ekrana düşmüştü. somut bir kaya kadar ağır kütleyi avuçlarının içinde tutuyordu. şaka olmalıydı. belki de mesajın devamı vardır umudu ile, telefonunun kilidini açtı ve mesajın içine girdi. mesajın devamı olmadığını bilse de, o sahte umudu birkaç saniye taşımak, elindeki yükü biraz hafifletmişti. şimdi o yük, aniden kararan ve alçalan fırtınalı bir gökyüzü gibi kalbinin tam üzerine çökmüştü. bu mesaj, her şeyden habersiz, iğde yapraklarının arasında cıvıldaşan serçenin göğsünde patlayan bir lastik sapan taşı gibi, onun göğsünü parçalamıştı. kasia'nın avuçları içinde, bir yudum nefesiyle, kanat çırparak can çekişiyordu.

defalarca aramalarına rağmen kasia telefonu açmadı. evine gitmeye karar verdi. yüz yüze konuşmalıydı. onu kararından vazgeçirebileceğine inancı tamdı. alel acele üstünü değiştirip, evden nasıl çıktığını hatırlamıyordu. asansörü bile bekleyecek vakti yoktu. koştura koştura aşağıya indi. arabasına doğru yöneldi ve bir çırpıda arabaya atladı. arabayı çalıştırınca, her zaman dinlediği radyo rmf-fm açıldı. radyoda anita lipnicka çalıyordu...

ostatni list

-bekleyiş-

snejana bugün işten erken çıkacak, bir ay önce regina'nın aklı kalan peluş ayıcığı alacak, evi karnaval gibi süsleyecek, masayı en sevdiği yiyeceklerle, kurabiyelerle ve kremalı pasta ile donatacak, onu kreşten alıp eve getirecek, hak ettiği mutluluğu bir günlüğüne de olsa onun dokunaklı parlak yeşim gözlerinde görecekti. her şeyi bir hafta önce planlamıştı. şef marcin'in ona en azından bugün fazladan iş çıkartmamasını umuyordu.

havlulardan bir daha kuğu yapmaması gerektiğine dair azarı işittikten sonra snejana, üzerini değiştirip otelden çıktı. havludan kuğu yapmanın dört yıldızlı bir otele neden yakışmayacağını anlamamıştı ama bunu bir daha yapmayacaktı. "kuğuyu kim sevmez ki?" karşıdan karşıya geçerken sanki ayakları yere basmıyor, safir bir kelebek gibi kanat çırpa çırpa zıplıyordu. nazgul sesi gibi keskin bir fren sesiyle ayakları gerçekten yerden kesildi. falezlere çarparak dağılan asabi dalgalar gibi, bedeni yolun kenarına savruldu ve örselendi.

piotr bacakları titreyerek arabadan indi. arabanın kapısını kapatmak o an aklına gelebilecek en son şeydi ve kapatmadı da. tüm gücüyle saçlarını yolarak snejana'ya yaklaştı. pençeleri olsaydı yüzünün derisini bile yüzebilirdi, bunu yapmayı tüm kalbiyle isterdi de. "tanrım! ne olur ölme. lütfen! ben bunu istemedim. lütfen bu bir kabus olsun. ben bunu hiç istemedim. ben... kasiaaaaaa hayııııııır!" gözyaşları içinde, vücudu bir gülle gibi ağırlaştı, tanımadığı bedenin dibine çöküverdi. snejana, narin boynu hareketsiz, kanlar içinde bir kuğu gibi, önünde uzanıyordu. radyoda hala anita lipnicka çalıyordu...

diğer çocuklar kreşten gideli çok olmuştu. regina saatlerdir pencerenin dibinde, endişe ile ablasını bekliyordu. patlamadan sonra pencere önünde durmaktan korkan regina'nın bu korkusu, endişesini iki katına çıkarıyordu. ya yine bir bomba patlayacak, ya da ablası çıkagelecekti. "bugün benim doğum günüm, mutlaka gelecektir, o beni asla yalnız bırakmaz" diye iç geçirdi. gözetmenler ablasının çalıştığı oteli aramış ama, bugün erken çıktığını öğrenmişlerdi. kötü bir şey olmamasını umarak, regina'nın endişeli bekleyişine ortak oldular. elbet gelecekti...

-uyanış-

her taraf bembeyazdı. gözlerini açmadan bu parıltıyı tüm benliğiyle hissedebiliyordu. acaba gözleri var mıydı? elleri, ayakları, bacakları, dudakları? yoksa parıltıyla bütünleşmiş, kozmik bir ışın demeti miydi? sanki binlerce yıldır içini kaplayan bu ışığın ta kendisiydi ve bu ona tarifsiz bir huzur veriyordu. öldükten sonra yeni bir hayat olduğunu biliyordu ve şuan orada olmalıydı.

önce göz kapaklarını hissetti. sonra yavaşça inip kalkan göğüs kafesinin içinde, ritmik bir şekilde çarpan kalp sesini duydu. burnundan ciğerlerine sızan koku, en lüks otellerde bile göremeyeceği bir parfüm kokusuydu. avuç içlerine yapışan kumaşın tuşesi, parmak uçlarında belirginleşti. parmakları canlanmaya başladı. bu taze canlılık, ayak uçlarına kadar uzandı. kulakları hafifçe çınlarken, gözlerini açmadan, biraz önce yaşadığı huzurun son demlerinin tadını çıkardı. gözleri yavaşça aralandı ve tahmin ettiği gibi kendisini bir yatakta yatarken buldu. bedenini saran kumaş kadar yumuşak bir kumaşa çok yabancıydı. bir annenin evladının başını okşar gibi okşuyordu üzerindeki gecelik.

polonya'da böyle bir hastane olabileceği aklının ucundan bile geçmemişti. yumruklarını sıkarak güç topladı. bacakları buna kasılarak eşlik etti. ne kadar uzun zamandır uyuduğunu bilmiyordu. vücudunu toplayarak yatakta doğruldu. etrafı süzdü. herhangi bir tıbbi cihaz olmamasını yadırgadı. belki de onu dinlenme odasına getirmişlerdi. içeriyi dolduran parfüm kokusunun sağ tarafında duran masanın üzerindeki çiçekten geldiğini anladı. çiçeğe doğru başını uzatınca, çiçeğin yapraklarının daha da açılmasıyla irkildi. aromatik koku daha da yoğunlaşarak, nefes alıp verişini ferahlaştırdı. "ne ilginç bir çiçek. böylesini ilk defa görüyorum."

bacaklarını yatağın kenarından sarkıttı ve yeterli gücü topladığına inanınca, ağırlığını yavaş yavaş ayakları üzerine verdi. ağır ağır odadaki tek pencereye yöneldi. pencerenin ötesindeki manzara karşısında donakaldı. gökyüzü gökkuşağı gibi renk cümbüşünün içindeydi. pamuk şekeri gibi rengarenk bulutlar ışık oyunları arasında süzülüyordu. ağaçlar sanki harekete hazır, emir bekliyor gibi canlıydı. dev kelebekler dans ederken, arkalarında renkli renkli tozdan izler bırakıyordu.

uzaklarda, çiçekli sarmaşıklarla kuşatılmış, fırından yeni çıkan kurabiye hissi uyandıran evleri gördü. etrafta, bir insanın olamayacağı kadar zarifçe, sağa sola koşuşturan, ışıl ışıl pelerinler içinde siluetler gözüne çarptı. gökyüzünde süzülen garip araçlar da cabası... "sanırım gerçekten öldüm ve cennetteyim."

-parıltı-

yaklaşık üç milyar yıl önce kalokairi ırkı gezegenlerini terk etmek mecburiyetiyle yüzleşmek zorunda kaldılar. barışçıl bir ırk olan kalokairiler, medeniyetin ulaşabileceği en üstün makineyi inşa ettiler. yapay zekanın doruklarında gezen bu makineye parıltı adını verdiler. genetikleri ve tüm bilinçleriyle parıltıya kopyalarını yüklediler. yeni doğacaklara haksızlık olmaması için, tek bir birey dahi çoğalmama kararı aldılar ve hepsi bu kurala harfiyen uydular, zamanı gelince de yok oldular.

parıltı milyarlarca yıl süren taramalardan sonra, beyaz bir yıldız etrafında dönen kırmızı bir cücenin uydusu olan, kalokairiler için en uygun gezegeni keşfetti. bu gezegenin de mavi ve kızıl iki uydusu vardı. parıltı androidleriyle, binlerce yıl boyunca, besin zincirini sarsmayacak araştırmaları yaptı, gerekli tüm bilgileri topladı, onlar için barınacak yerleri inşa etti, ihtiyaç duyacakları teknolojiyi kurdu ve gezegeni onlar için hazırladı. sistem ve toplum düzeni açısından öncelik sırasına göre, sırayla herkesi, 3d bir yazıcı gibi tekrar yarattı. bu cennet gezegene grenardi adını verdiler.

parıltı'nın artık derin bir uykuya geçtiği düşünüldüğünde, o, kendi içinde gizli simülasyonunu oluşturdu ve simülasyon içinde kendi çocuklarını yarattı. kalokairiler, grenardi'ye gözlerini açan, parıltı tarafından seçilmiş bu çelimsiz çocuklara insan adını verdiler. onların kendilerine has yaşamlarından, teknolojilerinden, hayat felsefelerinden etkilendiler, müzikleriyle, icra ettikleri sanatla büyülendiler, vahşet dolu tarihleriyle hüzünlendiler, kederi keşfettiler ve acılarına ortak oldular.

-gerçek-

snejana pencereden dışarıyı gözetlerken kapının açıldığını fark etti, arkasını tedirgin bir şekilde yavaşça döndü ve upuzun platin saçlarıyla, sanki ay parçası bir elf karşısında dikilmiş, ona gülümsüyordu. "aman tanrım! bu bir elf olmalı. ben neredeyim böyle?" cümleleri aklından geçse de ağzından kelimeler dökülemedi. elf, ona minik bir cihaz gösterdi, kulağına yerleştirmesini işaret etti ve uzun zarif elleriyle cihazı ona uzattı. snejana cihazı alırken elleri titredi ve gösterildiği gibi cihazı kulağına yerleştirdi.

elf: merhaba seçilmiş güzel insan. grenardi'ye hoş geldiniz, dedi. snejana hayatında ilk defa kekeleyerek cevap verdi. "memememerhaba. siz gerçek bir elf misiniz?" -sanırım sizin evreninizde hikayelerinize, bizler elf olarak yansıyoruz ama, ben bir kalokairiyim. "bebebeben öldüm mü?" -sizin evreninizde, 24 mayıs 2022 tarihinde, teknik olarak evet, öldünüz. snejana'nın nefesi kesildi, düşmemek için arkasındaki duvara yaslandı. derin bir nefes alırken regina'yı düşündü. -lütfen sakin olun. size her şeyi anlatacağım.

snejana tüm gerçeği öğrenmişti. ilk tek hücreli canlıdan, insanlığa kadar her şey parıltı içinde bir simülasyonda gerçekleşmişti. yaşadığı hayatın gerçek olmadığını öğrenmiş ve sarsılmıştı. "ama regina'ya olan bağlılığım, duygularım, acılarım, mutluluklarım nasıl yalan olabilir ki? acı çektiysem o hayat mutlaka gerçektir" diye düşündü. şimdi de gerçek olduğu iddia edilen bir hayatı mı yaşayacaktı? kalokairiler için değerli bir müzisyenin, dünyadan buraya getirilmiş, yine başka bir insanın hizmetçiliğini mi yapacaktı? doğru mu anlamıştı? bunun için mi seçilmişti? bir trafik kazasında ölerek küçük kız kardeşini yalnız başına bırakmanın ona verdiği ızdırap, daha da körüklenmişti.

-sizi şimdi tanışmanız gereken kişiyle yalnız bırakacağım. "pepepepeki" diye yanıtladı. başının döndüğünü hissederek yatağına doğru adım attı. derin düşünceler içinde yatağına oturdu. boynu bükük bir şekilde, hayatı sorgularcasına yerdeki halının desenlerine odaklandı. muhtemelen bir türk halısı olmalıydı. "kim buraya bir halı getirir ki? tanrım, ne olur bu bir rüya olsun ve uyanayım."

kapı tekrar açıldı ve içeriye otuz beş yaşlarında bir kadın girdi. aslında yetmiş iki yaşındaydı ve kırk yedi yıldır grenardi'deydi. grenardi'de insan ömrü daha uzundu. grenardi'nin kırmızı cüce etrafındaki bir turu, ayın dünyanın etrafında bir tur atmasına eşti. kırmızı cücenin beyaz parlak yıldız etrafındaki bir turu da, dünyanın güneş etrafında bir tur atmasına eşti. söz konusu parıltı olunca, bunun bir tesadüf olduğunu söyleyemezdik.

-merhaba sevgili snejana, dedi esrarengiz kadın. "merhaba. siz ukraynaca biliyorsunuz." -evet. hakkında da pek çok şey biliyorum. "ben artık sizin hizmetçiliğinizi mi yapacağım?" esrarengiz kadın kahkaha atarak karşılık verdi. snejana bunu küstahça buldu. elf kadın tüm şaşaasına rağmen, daha kibar ve saygılıydı. acaba intihar etse gözlerini bambaşka bir dünyada açar mıydı? ya da bu kabustan uyanır mıydı?

esrarengiz kadın: sana ne yapacağını göstereceğim, dedi ve üzerindeki ışıltılı kıyafeti beline kadar indirdi. tüm endamıyla, yarıçıplak bir şekilde snejana'nın karşısında dikiliyordu. yatağından hışımla ayağa kalktı ve geri çekilerek: "hahahahayır! ben sizin seks köleniz değilim! evinizi temizler, yemeğinizi pişirir, yatağınızı toplarım!" bu sefer daha güçlü kahkahalarla yanıtlandı. snejana paralize olmuş gibi kıpırdayamadı ve boğazı düğümlenmiş gibi bir şey diyemedi.

esrarengiz kadın yavaşça arkasını döndü ve uzun gür saçlarını sol omuzundan öne doğru attı. -aslında, büyüyünce kanatlarımın çıkmayacağını hep biliyordum, dedi. "aman tanrım! regina!" regina, savaşın sırtındaki izlerini gittiği her yere taşıyor ve tüm gerçekliğiyle ablasının önünde duruyordu. kıyafetini toplayarak ablasına doğru döndü. snejana çoktan gözyaşlarına boğulmuştu. regina da daha fazla kendini tutamadı ve hıçkırarak ağlamaya başladı. iki kardeş birbirine sıkıca sarıldılar ve kenetlendiler. birbirlerinin saçlarını okşuyor, boyunlarını, yüzlerini öpüyorlardı. regina snejana'nın kulağına fısıldadı: şşşşş... korkma. seni hiç bırakmayacağım. şşşşş...

-son-
devamını gör...
her nefes alıp verişte ağzından çıkan dumana bakıyordu genç kadın. buz gibi hava ciğerlerine dek işlemişti. gözünden akan yaşların farkında değildi.
yanına biri oturdu. başını bile çevirmedi. konuşmaya başlayınca onun da bir kadın olduğunu fark etti.
- neden ağlıyorsun? dedi kadın.
sustu. içinden yanıtlamak gelmiyordu. ağladığını da o anda fark etti zaten. korkmuştu. ilk kez bu kadar çaresiz hissetmişti kendini. ve yapayalnız. içinden geçenleri anlatacağı kimsesi de yoktu. hem böylesine bir acı nasıl dillendirilir, hangi sözcük tarif edebilir bunu da bilmiyordu.
kadın tekrar konuştu.
- üzülme yavrum, bu hayatta geçmeyecek dert yoktur.
susmaya devam etti. dışarıdan nasıl göründüğünün farkında değildi. açıkçası umursamıyordu da.
"geçmeyecek dert yoktur." cümlesi kafasında dönmeye başladı. cümle bir uzaklaşıyor, aniden hızlıca dönüp üzerine çullanıyordu sanki. vardı işte.
fiziksel hiçbir acısının olmamasına rağmen bütün vücudunu sızlatan bir ağrısı varmış gibi geliyordu. en çok da kalbini... sanki bir el sıkıyor, sıkıyor, nefes almasını da engelliyordu. oysa nefes de alıyordu işte. ağzından çıkan duman bunun kanıtıydı.
elini karnına götürdü. bastırdı. acıyı hissedene dek bastırdı.
"tüm bunlar neden başıma geldi ki? bu kadar aptal nasıl olabildim. yüzüne bakamıyorum. kimsenin yüzüne bakamıyorum. biriyle yüz yüze gelsem içimi okuyacaklar diye ödüm kopuyor. başka yolu yok. hayır, başka yolu yok. beni anlamayacaklar. sadece suçlayacaklar. utanacaklar. hem de benim adıma utanacaklar. annem, babam da utanacak. insan içine de çıkamayacaklar. hele annem, üzüntüden ölebilir. bunu ona yapamam. peki bebek? ben utanmayayım diye, hayal ettiğim hayatı yaşayayım diye... bebek! sus, sus! bebek değil, o. henüz değil. sus!"
kendisiyle olan kavgası bitmiyordu. zihninde kelimeler uçuşuyor. hissettiği acı artıyordu. bir karara varması lazımdı artık. ellerini sıkıca bastırdığı karnına baktı. yavaşça kalktı oturduğu banktan. yürüdü. tabelaya baktı. muayenehane 3. kattaydı. isteksiz ama kararlı bir adım attı ilk basamağa doğru.
devamını gör...
gece gündüz savaşı*

saatlerce hiç kalkmadığı masasından kalkmıştı. odada yanan sönük sarı ışık ona hem mayışıklık veriyordu hem de sıcak hissettiriyordu. nitekim ona sıcak hissettiren tek şeyin basit bir masa lambası olması da manidardı. evde her yer zifiri zindandı. gözünü ileride ki pencereye dikti. ona doğru yürümeye başladı. yürürken gözlerinin kararması da geçmiş, etrafı daha iyi görmeye başlamıştı.

insan değil mi, her şeye alışırdı. karanlığa bile alışırdı ama yalnızlığa alışamazdı bir türlü. o inanmazdı, kimsenin yalnızlığa alıştığına. olsa olsa görmezden gelmek olurdu, tüm hislerini. alışmış gibi yapardı, sadece kendini kandırmak için. neden kandırırdı ki kendini? bu başka insanları kandırmaya benzemezdi çünkü. bir insanın kendine yapacağı en büyük kötülüktü.. amansız bir savaşın başlangıcıydı çünkü. kendin ve kendin arasında olan o büyük, bitmek tükenmek bilmeyen amansız bir savaş. bir kere girdin mi çıkamazdın acısız, yarasız, zayıf düşmeden..

aman ya, bir pencereye ulaşmak da ne zormuş! halbuki bir ulaşsam, o yağan karı ve müthiş manzarayı bir görebilsem bitecek tüm acılarım. ama ulaşamıyorum. attığım her adım beni daha da geriye çekiyor. ulaşmak istediğim o pencereden göreceğim o şey, beni anlayacak biliyorum. hissediyorum. ama ulaşamıyorum. o beni anladığında kendimi bulacağım. içimdeki savaş bitecek, inanıyorum. kendimi mi kandırıyorum? heh, en iyi yaptığım şeydir. belki de o savaşın bitmesinden korkuyorumdur. sonunda hissedeceğim o müthiş acıdan kaçıyorumdur. hoş, savaşın içindeyken de hissetmiyor muyum? hissediyorum. ama dedim ya, kendimi çok güzel kandırırım ben. o kadar da zekiyimdir. pardon, o kadar da salak. ulaşırsam eğer o pencereye bir gün, belki de o gün gündüz olur. geceler, gündüze evrildiğinde belki her şey daha güzel olur. inanıyorum. çünkü vazgeçersem inanmaktan, işte o zaman bu savaştan canlı çıkamayacağım. elimi uzatıyorum sana. adım atıyorum. düşen her bir eşsiz kar tanesini sakınma benden. geliyorum.
devamını gör...
eksik
10 metrekarelik hapishanenizden çıkıp birtakım hislerden veya yalnızca manevi acılardan kaçmak için yürümeye karar veriyorsunuz. birkaç yüz metre ötedeki bir banka oturuyor, gelip geçen insan yığınlarına bakıyorsunuz, soğuk. sürekli gidip gelen tramvaylar raylarından ayrılıp yığınları ezip geçiyor. tanıdık bir ses duyduğunuzu sanıyorsunuz, oysa yalnızca hayal dünyanızdan gelen gaipten bir ses olduğunu fark ediyorsunuz. kalan altı dalınızdan birini feda edip yakıyor, yalınayaklarıyla ve acı dolu gözleriyle etrafa bakan tartıcı çocuğu görmezden gelmek istiyorsunuz, halbuki dakikalardır gözlerine kilitlenmiş bir vaziyettesiniz. yalınayaklı çocuk, tartısı ve acı dolu gözlerini başka bir tramvay durağına götürüyor, ardından seyrediyorsunuz. tam aksi yöne gitmek için ayağa kalkıyor, bir vakitler sizi en derinden yaralayan bir şarkıyı mırıldanarak sakince yürümeye başlıyorsunuz. sakinlik mutsuzluğunuzu anbean, katbekat arttırıyor, dindirmek için bir sigara yakıyorsunuz. bu kez girmeniz gereken sokağın başındaki konteynırın yanında çöpü karıştıran bir kedi ve yaşlı bir kadın görüyorsunuz, hemen birkaç adım ötedeyse evini market arabasına sığdıran, aylardır orada yokluğunu sürdüren evsiz adamı. bu kez utancınızdan hiçbirinin sisli gözlerine aldırış etmiyorsunuz. bir hışımla hapishanenize kendi rızanızla geri dönüyorsunuz. şimdi ise hem kendinizle hem de adeta sizden kendilerini yıkmanızı talep eden dört duvarla başbaşa kalıyorsunuz. dört duvarın her birinde yaşamınızın ayrı bir anısını görüyorsunuz. o anıları yaşatmak istemiyor, aksine yok etmek istiyorsunuz. herkes zihinde mutlu anılar kalır diyor, bunun kocaman bir yalan olduğunu biliyorsunuz. yılların yükünü paslı ayaklarında saklayan sandalyenize oturuyorsunuz, hapishane dışarıdan daha soğuk, çünkü kendinizle başbaşasınız. yine sigara yakıyorsunuz. bu kez acı ve sisli gözler yok, sadece siz varsınız. zihninde yalandan birkaç mutluluk verici anı kurguluyorsunuz. hayal dünyanızın artık sizi tatmin etmediği gerçeğiyle yüzleşiyorsunuz. sigaranızı söndürüp hakikatten daha fazla kopmak için zulanızı kontrol ediyorsunuz. birkaç gün öncesinden kalan tütünle karışık maddeyi hazırlıyorsunuz. birkaç nefes sonra artık onun da vâdesinin dolduğunu anlıyorsunuz. usulca olduğunuz yerde saatlerce oturup ümitsizce zamanın geçmesini bekliyorsunuz. birden kalp atışınız hızlanıyor, işte o an geldi diyorsunuz, yanılıyorsunuz. sizi gittikçe dibe çeken binanın temellerine karşı koyup yatağınıza giriyorsunuz. bu kez uyuyacağım umuduyla gözlerinizi hayattan koparıyorsunuz. zihninizde aynı anda binlerce kişi konuşuyor, siz yalnızca birini dinlemek istiyorsunuz, yapamıyorsunuz. zaman düpedüz geriye doğru akıyor. bir önceki günü, bir önceki ayı, bir önceki yılı, doğduğunuz anı düşünüyorsunuz. en masum, en savunmasız, en katlanılmaz olduğunuz an. şimdi zaman olağan akışına geçiyor. hepsinin en'leri geride kaldı, artık masum, savunmasız ve katlanılmaz değilsiniz. gözlerinizi hayata geri çağırıyorsunuz. karşınızda hiç tanımadığınız soluk yüzlü biri beliriyor aniden, kalp atışınız daha da hızlanıyor, sebebinin korku değil heyecan olduğunu biliyorsunuz. belki de yıllardır beklediğiniz o an bu kez gerçekten gelmiştir diyor zihninizdeki binlerce sesten biri. soluk yüzlü yok olunca bir düş olduğunu anlıyorsunuz. uzun zamandır düş görmüyor, nadirattan gördükleriniz de rehberinizdeki ölü numaralar veya ölümü hatırlatan diğer nesneler. uyuyamayacağınızı anlayınca bu defa zulanızda daha işe yarar bir şeyler arıyorsunuz. aradığınız şeyi buluyor ve kolunuzda ufak bir acıyla yatağa geri dönüyorsunuz. tavan size doğru yaklaşıyor, gökyüzünü görüyorsunuz. gözünüzden nedensiz bir yaş akıyor. silmek için elini götürdüğünüzde kolunuzda bir ağırlık hissediyorsunuz. elinizdeki kimden yadigar olduğunu bilmediğiniz bir 7,65'liği fark ediyorsunuz. işte o an sizi tekrar en masum, en savunmasız, en katlanılmaz olduğunuz güne götürüyor. namluyu şakağınıza dayayıp tetiği çekiyorsunuz. uyandığınızda kendinizi sandalyede sallanır bir vaziyette sol elinizin parmakları arasında bir sigarayla buluyorsunuz. tezgah hiç olmadığı kadar düzenli. üzerine düşünmeden terasa çıkıyorsunuz. 10 yıl önce çatı tahtasına bağladığınız muntazam ipi görüyorsunuz. şaşkınlığınız karşısında sakin kalıyorsunuz. sandalyeyi mutfaktan getirip terasın kapısını kilitliyorsunuz. telefonunuz cebinizde, birileri arıyor, aldırış etmiyorsunuz, birileri kapı ardından sizi seyrediyor ve adınızı haykırıyor, aldırış etmiyorsunuz, çatı üzerinize çökmek üzere, aldırış etmiyorsunuz. gözler ve sesler arasında zihninizdeki o bir sesi bu kez dinlemeyi başarıp yavaşça sandalyenin üstüne çıkıyorsunuz. son dileğinizi aklınıza yazıyor, hiçbir yerde aradığınızı bulamayacağınızı bilerek kendinizi boşluğa teslim ediyorsunuz. hâlâ soğuk.
devamını gör...
biliyordun kendini de, onu da...

sen sahildeki kumdun hep, o ise dalgaydı süregelen şekilde.
gelip gelip ondan biriktirdiklerini senden almaya çalışıyordu. o sana geliyormuş gibi olsa da sen ona gidiyordun hep üstelik.
bir rüzgar çıkıyordu, bir lodos esiyordu o gelip acısını senden çıkartıyordu. sen her hali ile onu kabul ediyordun. hak edilmiyor olması sevgiyi geçersiz kılmıyordu henüz senin topraklarında ve egemenlik kayıtsız şartsız millete değil sevdaya aitti, teslim bayrakları gönüllü çekilmişti. bu kadar kolay fethedilmişti sınırlarını kesin çizgilerle çizdiğini sandığın, kimseleri kabul etmeyeceğini sandığın benliğin.

gelgitler zorluyordu en çok da;
uzaklaşmaya çalışıyordun olmuyor, yakınına gidince de dağılıyordun hep olduğu gibi.
parçalarını bir araya getirmek asırlar sürüyordu sanki...

milyon tane olasılık varken "neden o" diye milyon kez soruyordun kendine bir de, cevabı yoktu, olmamalıydı da... mantıklı bir cevap varsa zaten sandığın şey değildi başına gelen. tamamen olasılıksız, tamamen mantık dışı ama tamamen dünyanın en güzel mantıksızlığı. yıldızları saymayı denemek gibi, bir yerden başlayıp bir yerde bitmeyecek bir çaba. savrulduğun yerden tanelerini toplayıp yeniden ve yeniden başlamak, bitmeyen bir umutla ama her onun sesini duyduğunda yanan canınla, bazen bile isteye bazen istemsizce akan gözyaşınla, sevmek birini dünyanın en ağır yüküydü omuzlarında...

ve sonra sonra anlıyordu insan mevzu ortak bir pencere ya da aynı pencereden bakmak değildi aslında, herkesin penceresi farklıydı zaten. belki de o pencereden bakıldığında görülmek istenen sen değildin, belki de bir pencere bile yoktu ortada...
devamını gör...
ismi: yok, önerilere açığım*
postmodernist, uzun ve şaşaalı cümleler duymayı bekledikleri bir anda yalnızca “hiçbir şey” dedim. postmodernist, uzun ve şaşalı cümleler laf salatasından ibarettir. postmodernist, uzun ve şaşalı cümleler tıpkı şu an aynı sözcükleri tekrarlamam gibi hiçbir anlam ifade etmeyen, altı üstü ortası, her yeri bomboş olan cümlelerdir. bir iş görüşmesinde kendinizden bahsedin dediklerinde, sizden bekledikleri bu tarz cümlelermiş meğerse. hatta “genel” hayatın içinde bile herkesin istediği buymuş. “kendinizden bahseder misiniz?” diye sorduklarında aslında hakikatliği önemli olmayan, gösterişli bir hikâye uydurmanız yeterliymiş, maalesef, bunu çok sonradan fark ettim.

peki, neye “hiçbir şey” dediğimi soracak olursanız, ki sormadığınızı biliyorum, “mevcut yapımıza ne gibi katkılar sağlamayı düşünüyorsunuz?” sorusunaydı. oysaki benden bu soruya “almış olduğum eğitimle ve daha önceki deneyimlemerimle(kilit sözcüklerden biridir), eğer işe alınmam dâhilinde, mevcut yapıyı daha da ileri götürecek(adeta kaf dağına) projeler tasarlamayı ve bunları en faydalı şekilde üretimlemeyi(kilit sözcük iki) düşünüyorum.” minvalinde cevaplar vermemi bekliyorlarmış. dediğim gibi; bunu çok sonradan fark ettim. yanlış hatırlamıyorsam, onuncu görüşmeden sonraydı.

tabii, bu görüşmeye az biraz sarhoş olarak gitmem de yadsınamaz bir küstahsızlıktı. az birazdan kastım, görüşme bittikten sonra yerimden kalkıp yüzüm onlara dönük bir şekilde geri geri yürüyerek tam kapıdan çıkarken gözlerinin içine bakarak kapı eşiğine tükürecek kadar. bu da ayrı bir küstahlıksızdı. “niye böyle bir etik dışı harekete sebep olan sarhoşluğun miktarını çok düşükmüş gibi bir de “az biraz” şeklinde tanımlıyorsunuz?” diye soracak olursanız da, ki sormadığınızı biliyorum, çünkü dokuzuncudan sonra danışma masasındaki her şeyi yere fırlattığımı hatırlıyorum, ki bence bu daha etik dışı, emin değilim. o zaman önümü bile göremiyordum. gördüğüm şeyler de belgesellerdeki gibi, kayda alınan gökyüzünün hızlandırılmış hali misali sürekli feveran içindeydi. gerçekten, gücünün yeteceğini anladığı anda bir insanın yapamayacağı hiçbir çirkinlik ve kötülük yoktur. gücüm yetiyor muydu, orası tartışmaya açık. sonrasında kovalandığımı hatırlıyorum.

benden, üstün girift cümle performansı bekleyen başka kişiler de vardı: yeni tanıştığım insanlar, bir olay üzerine yorum yapmamı bekleyen insanlar… hepsi palavralara, abartılara ve romantizme bağlı yaşıyorlardı. önceden bu gibi şeyler bir dünyadan kaçış evreninde sığınılacak limanlardı, şimdi ise hakikatler sığınılacak limanlar haline geldi. o kadar uçuk kaçık zihinler gördüm ki şaşmamak elde değildi. aynı eylemi farklı mekânlarda eşzamanlı bir şekilde yapabileceklerini sanıyorlardı, bence inanıyorlardı. yukarıdaki işver(meyen)enlerin benden beklediği buydu, diye düşünmüş olabilirim, bilmiyorum. belki de tükürüğümün altında yatan neden buydu. freud’a sormak lazım, üstat bilecektir.

her görüşme öncesinde kendimi, duran topun başında elli saat plan kurup gol atacağını sanan bir futbolcu gibi görüyordum. bu görüşmelerin sonunda ise aynı futbolcunun vurduğu topun baraja çarpması sonucunda hayal kırıklığına bürünen ruh hali gibi hissediyordum. on girişimden sonra insan bir daha duran top kullanmak istemiyor. on birinciden sonra barajdan dönen top kalemin içindeydi.

tabii, bu görüşmeler hayatıma hiçbir şey katmadı diyemem, haksızlık etmiş olurum: on ikinciden sonra insanların ne kadar salak olduğunu, on üçüncüden sonra parfümün kilit rol oynadığını, on dördüncüden sonra karşı tarafın salaklığını mimiklerimle aşağılamamam gerektiğini, on beşinciden sonra bir daha hiçbir görüşmeye geç kalmamam, mümkünse bir saat önce gitmem gerektiğini (gereksiz yere), on altıncıdan sonra giyimin önemli olduğunu, on yedinciden sonra hiçbir şekilde doğru söylememem gerektiğini, on sekizinciden sonra üst düzey bir yalan söyleme genine sahip olduğumu, on dokuzuncudan sonra da her şeye rağmen umutlu olmanın, umutsuzluğun en zavallı hali olduğunu anladım ve nihayet iş görüşmesi mefhumunu hayatımdan çıkardım. zihnimdeki kabullenmek ve inkâr etmek arasındaki cinsel gerilimin galibi kabullenmek olmuştu. belki de ilkinden sonra olması gereken buydu, belki de yaşamla aynı kabağa üflemeliydik, bilmiyorum. bunu da camus’ye danışmak lazım. en azından üstadın kesin bir düşüncesi olurdu, eminim.
devamını gör...
biraz uzun oldu ama hadi bakalım...
cenaze

mustafa erdem sekiz numaralı ölü evi’nin kapısında nefes almak için durduğunda öğle vakti olmuştu. izmir'de hava son altı senedir olduğu gibi sabit 42 dereceydi ve güneş insanoğlunu yakmaya ant içmişçesine, ışınlarını en yoğun haliyle gönderiyordu. gri saçlarından akan terler buruşmuş yanaklarından aşağı doğru süzüldü. elleri, düşük bel şortunun cebinde, cam kapının önünde dururken, neden binaya "ölü evi" dediklerine anlam vermeye çalıştı. evden başka her şeye benziyordu. iki parçadan oluşan binanın alt kısmı, simsiyah taş kaplıydı. binanın bütünü üç kat yüksekliğindeydi ve tam bir küptü. hiç penceresi olmayan bu kütlenin üzerinde ise bembeyaz göğü yırtmaya çalışan dört adet kule yükseliyordu. bulunduğu geniş, boş, tamamıyla çimen kaplı arazide, garip bir oyuncak parçası gibi duruyordu aslında. ablasının üç dört yaşlarında lego oynarken çekilmiş bir fotoğrafı zihninde canlandı. kendi kendine gülerek binanın kapısını açtı ve içeri girdi. ölüm soğukluğunda ve hiçliğinde gri giriş holün tam ortasında camdan yapılma bir banko duruyordu. arkasında yirmili yaşlarında üçü de sarışın ve bronz tenli görevli, önlerindeki saydam ekranlara bakarak oturuyorlardı. bankoya yanaştı ve "merhaba" dedi. adam gülümseyerek başını kaldırdı " iyi günler, hoş geldiniz. isminiz?
mustafa tek düze bir ses tonuyla ismini söyledi ve "ablam selda erdem'in ölüm törenin üçüncü faslı için gelmiştim," dedi.
görevli suratında kurumsal bir ifadeyle " evet mustafa bey töreniniz için oda hazır. tek başınıza mı geldiniz? kayıtlarımızda annenizin sağ olduğu ve ilk törene katıldığı yazıyor."
"bugün gelmeyecek" dedi mustafa dişlerini sıkarak. "bu yöntemi herkesin kabul etmesini beklemiyorsunuz herhalde" sesi boş duvarlarda emilip gidiyordu. törenin en zor aşamalarından biri. vücudu bu şekilde görmeye dayanamaz. kalp hastası zaten." dedi. bir an önce görevliden uzaklaşmak istiyordu çünkü adamın suratındaki gülümseme bir türlü kaybolmuyordu konuşurken. görevli daha yüksek bir ses tonuyla "anlıyorum. gelmeleri kendileri için iyi olabilirdi aslında. biliyorsunuz, kemiklerin ortaya çıkmasını gözlemlemek, ölümle barışmanın bir aşaması" dedi.
biraz daha dişlerini sıktı ve "bilgilendirme için teşekkür ederim. bu tören uygulamaları geleli henüz iki yıl oldu. eski toprakların bu işe alışamamasını normal karşılarsınız herhalde" dedi sesi sert. cümlesini bitirince ellerini beline koydu. sadece öfkelendiğinde kendinden emin oluyordu mustafa, normalde mülayim bir adamdı. otuz senelik öğretmenlik hayatında sakinliğinden bir gram kaybetmeden altmış yaşına gelmişti. görevlinin sesi biraz olsun silikleşti, "peki daha fazla sizi burada tutmayayım. kısa bir bilgilendirme yapmak zorundayım. odaya girdikten ve kapı kapandıktan sonra yarım saatiniz var içeride. kendinizi iyi hissetmediğinizde ya da çıkmak istediğinizde, kapının sağında yer alan mavi düğmeye basmanız yeterli. girdiğiniz andan itibaren, çıkışınıza kadar tüm süreç sesli ve görüntülü olarak kayıt altında olup tarafınıza gönderilecektir." sonra birileri iğne batırmış gibi ani hareketle ayağa kalktı. mekânın sağ tarafında kara delik misali duran koridoru göstererek “buyurun size kapıya kadar eşlik edeyim. dört numaralı oda ayarlandı," dedi.
mustafa adamın yanında bir dakika daha kalamayacağını anladı ve elini kaldırarak, "hayır, teşekkür ederim. eşlik etmenize gerek yok. bulabilirim odayı," dedi ve koridora geçti spor ayakkabıları yumuşak olmasına rağmen sert adımları sert zeminin üzerinde deliyordu havayı. otomatik ışıklar tek tek yanmaya başladı. giriş holü ne kadar griyse burası da o kadar başkaydı. zemin, tavan, duvarlar gökyüzünün en parlak mavisine boyanmış. havada boşlukta yürüyormuşsun hissi uyandırıyordu. sağlı sollu ayna kaplı kapıların yanından geçerken mustafa göz uncuyla kendi yansımasına baktı. aynaların üzerinde kumlamadan yapılmış oda numaraları parıldıyordu. dört numaralı odanın kapısına geldiğinde durdu. kendi görüntüsü karşısında her zaman yaptığı gibi, burnunun üzerindeki küçük siyah noktaları kontrol etti. alnındaki derin kırışıklıkları yokladı. son olarak parıldayan gri saçlarında ellerini gezdirdi. yoğun sigara içmekten acıyan ciğerlerine bir derin nefes daha çekti ve kapının yanında yer alan retina okuyucusuna gözünü yanaştırdı. tiz bir onaylanma sesinden sonra, ayna kapı sessizce odanın içerisine doğru açıldı. ağır bir lavanta kokusu gözlerini yaktı birden. ablasının en sevdiği kokuydu. ölü evleri, ilk kayıtta vefat eden kişi hakkında verilen bilgiler doğrultusunda düzenliyordu törenleri. üç hafta önce ablasının bedenini buraya getirdiklerinde bir form doldurmuşlardı. en sevdiği renk, en sevdiği yemek, en sevdiği koku ve daha birçok kişisel bilgiyi bir tablete girip görevlilere teslim etmişlerdi. “bugün demek ki kokuyu ön planda tutacaklar,” dedi mustafa kendi kendine ve odaya girdi. penceresiz odanın zemini ahşap kaplıydı. hafif gıcırdıyordu spor ayakkabılarıyla bastıkça. ikinci fasıl töreni altı numaralı odada yapmışlardı ve orada tek bir pencere yer alıyordu, dışarıya çimenliğe bakan. keşke bu oda da olsa diye geçirdi içinden. ihtiyaç olmamasına rağmen duvarlarda perdeler asılıydı rengarenk kumaşlardan yapılmış. ablası kumaşları ve modayı seviyor diye yazmışlardı. herhalde ondan bu kadar çaputu doldurmuşlardı odaya. odanın tam ortasında, camdan tabutun ineceği yerde mermer kaide duruyordu. kaidenin önünde ise rahat, kırmızı bir kanepe. bu sefer tam bir renk cümbüşüne çevirmişlerdi mekânı. beden ne kadar çürüyorsa renkleri o kadar artıyorlardı aslında. ölü evlerinin genel yaklaşımıydı bu, bir dergide okuduğuna göre. mustafa spor ayakkabılarını çıkardı. çıplak ayaklarıyla bağdaş kurarak koltuğa oturdu ve başını ışıklandırılmış tavana kaldırdı. mermer kaidenin üzerinde tavanda yer alan kapaklar parlak paslanmaz metaldendi. bir piyano, ne acıklı, ne neşeli dansına başladı. sonra tavandaki kapaklardan tok bir ses geldi. selda'nın bedeni cam tabutunun içerisinde yavaş yavaş inmeye başladı. kapakların aralığından mustafa yukarı yükselen beyaz kuleyi ve içerisinde ablasınınki gibi daha onlarca cam tabutu görebiliyordu. tıpkı çok katlı otomatik otoparklarda olduğu gibi beyaz kulelerin içerisinde istifleniyordu tabutlar. cam kabuk kaidenin üzerine hafif bir tıslama sesi yaparak oturdu. mustafa'nın soluk alışı sıklaşmıştı. iki gündür internette bedenin ölümden sonraki geçirdiği fazları araştırıyordu. babasının ölümünde bunların hiçbirine gerek kalmamıştı. klasik biçimde toprağa gömülmüş, kırkı geldiğinde ise annesi dua okutmuştu. ablasının vasiyeti ise oldukça netti. yeni sisteme göre törenlerin yapılmasını istiyordu. ateistler hükümet kurduğundan beri birçok alana el atmışlardı. ölüm ve gömülme de bunlardan biriydi. bu sebeple tüm bu garip yapılar ortaya çıkmıştı. annesi ne kadar karşı çıkarsa çıksın, mustafa vasiyeti yerine getirme konusunda ısrarlıydı. bu sebeple iki gündür araştırıyordu. beden ölümden itibaren yirmi altı aşamadan geçiyordu. kemiklerin gözükmesi yirmi beşinci aşamaydı ve üçüncü haftanın sonunda gözlemlenebiliyordu. ablasının tabutu tam olarak kaidenin üzerine geldiğinde ne ile karşılaşacağının fotoğraflarını görmüştü ama gerçek çok daha çarpıcıydı. cam tabutun tabanında 15 santimlik bir toprak bulunuyordu. onun üzerinde ise, bedenden kalanlar bölük börçük duruyordu. bağırsaklardan yayılan toksinlerin gücü çok kuvvetliydi. ince bir tabaka halinde kemiklerin üzerinde böğürtlen renginde, parçalar halinde etler duruyordu hala. kafatası ise oldukça net biçimde ortaya çıkmıştı. burnu tamamen yok olmuş gözleri erimiş gitmişti. müzik hareketlendi. ince bir saksafon konuştu. ayakları karıncalanmaya başlayan mustafa kalktı ablasından arta kalanların yanına yaklaştı. o sırada duvarların üzerindeki perdeler aralandı ve avuç içi büyüklüğünde projeksiyon cihazları belirdi. müzik iyice hareketlenmişti. kontrbas devreye girmiş, çılgınca söyleniyordu. projeksiyonlar çalışmaya başladı ve ablasının daha önce ölü evine teslim ettikleri fotoğrafları duvarlardaki perdelerde belirmeye başladı. ablası üzgün, mutlu, birilerinin yanında, yalnız, bir dağın tepesinde, denizin dibinde. görüntüler akıp gidiyordu. mustafa önündeki kemik ve et yığınına baktı. tabutun üzerine eğildi ve camı öptü. gözlerinden yaş gelmedi bu sefer. gittiğini biliyordu. burada yatanın maddesel bir dönüşüm olduğunu biliyordu. bir ruhun olmadığını biliyordu. yine de kendini tutamadı ve " umarım dönüştüğün şeyde mutlusundur " dedi yüksek sesle. sonra kırmızı kanepeye tekrar oturdu o sırada telefonu çaldı. annesinin sesi yorgun geliyordu. " ne yaptın yavrum" diye sordu. " iyiyim içerideyim" diye cevap verdi. tek düze ses tonuna geri dönmüştü mustafa. "nasıl durumu?" diye sordu annesi sesindeki korkuyu gizleyemeden. cevabı almak istemiyordu aslında ama merakına yenik düştü her zamanki gibi. " kemikleri gözüktü. " karşı tarafta derin bir sessizliğin ardından telefon kapandı. müzik hala devam ediyordu. bu sefer bir kadın sesi anlamadığı dilde sanki ağlamanın gücünü anlatıyordu. perdelerde görüntülerin geçiş hızları yavaşladı. mustafa artık daha fazla kalmasına gerek olmadığını düşünerek ayna kapıya yanaştı ve düğmeye bastı. bekledi ve kapı bu sefer biraz daha hızlı açıldı. karşısında görevli duruyordu.
" erken çıktınız mustafa bey" dedi parlak beyaz dişlerini gururla göstererek.
" bu kadarı yeterli " diye cevap verdi mustafa. o sırada fark etti spor ayakkabılarından birinin bağcığı bağlanmamıştı.
devamını gör...
ön edit: sonraki bölüm için #1593896
bölüm bir.

yeleğinin sağ cebinden tabakasını çıkardı, açıp bir sigara sardı. şömineye uzanıp orta ve işaret parmağımın arasına bir köz aldım, uzattım... sigarası ağzında gözlerinde bir şaşkınlık öylece yüzüme baktı, hareket etmedi. köz parmaklarımı yakarken dayanamayıp düşürmemi bekledi. gözümü kırpmadım, alnımdan akan terleri umursamadım ve o da birkaç saniyelik bekleyişten sonra sigarasını elimdeki köze uzatıp ağır ağır yakmaya başladı, parmaklarımın arasında köz yakıp eriterek yer yapmıştı kendine, akan kan ve yağ kor ateşe değip cosluyordu. sigarasını yaktığında bin yıllık birkaç saniye sonunda bitmişti, elimi tekrar şömineye uzatıp közü bıraktım. gözlerime baktı, ağzındaki sigarayı çekip bir duman saldı, emin olmuştu, bendim.

ömer'le otururken sonunda neyden bahsediyor biraz dinleyeyim dedim, hayat kısa ve belkide sonunda düzelmiştir. öncesinde önümdeki bardağa tekrar su doldurdum, ömer'in viskisine buz attım. kafası güzeldi; hasan faydalı sokakta bir lise vardı, adını hatırlamıyordu, lisede bir hatun var, sarı saçlı, koyu gözleri varmış, memeleri yeni tomurcuklanmış, daha on üç yaşında. kızda ona bakıyormuş, gözünü falan kaçırıyormuş utanıp. bardağı alıp bir yudum daha içtim suyumdan, o da devam etti; kıza gerekirse para verecekmiş, bu kıza basmazsa yanıp bitermiş... sonra sarhoşluğun etkisiyle kıza yatakta yapacaklarını falan anlatmaya başladı, evet ömer umutsuz vaka ve hayat kısa. kafamın içine geri döndüm, bu kısa dinleti bile beni fazlasıyla iğrendirmeye yetmişti. sonunda kalktık mekandan, cebimden üç banknot çıkarıp verdim ve çıktık. ömer'in arabasına bindik, ben kullandım o da yol boyu ya saçmaladı ya da kustu. evine gelirken bu sefer konuşma sırası bendeydi, arabadan inip eve dogru yürüyorduk ve ben sordum: "bu liseli, ilk mi?"
dönüp baktı, sarhoştu ama aptal değildi sadece anlamazdan geldi: "sen bizi bakir mi sanıyosun be avukat!" devam ettim: "bu kadar genç biri diyorum, sanki hoşuna gidiyor bu, ilk defa mı oluyor?" iyice bozuldu ömer, sesi çatallaştı, yükseldi: "ne varmış kızın yaşında avukat, kaç pezevenk üzerinden geçmiştir şimdi aşüftenin, kızlığı mı kalmış!" evinin kapısına doğru yaklaşırken birkaç saniye sustum, sözün kendi kadar yeri de önemlidir. sonra devam ettim ömer yalpalayarak yürürken sessiz sessiz ve endişeli dinledi yalnızca: "haklısın belki de, senin diğerlerinden eksiğin ne, sende yap tabi tabi de benim merak ettiğim başkası hiç olmadı mı? bak bu garip geldi bana. oysa pek bi hoşuna gidiyordu sarı saçlarından, genç bedeninden bahsetmek." sustu, cevap vermedi. kapıya geldik, anahtarını çıkardı zar zor da olsa yerine sokup kapıyı açtı... içeriye girdik...
naylonla kaplı odaya girerken o önde bense iki adım arkasındaydım, her ne kadar yüzünü göremesemde şaşırmış ve afallamış olduğu kesindi. ona doğru bir adım attım, sol kolumu hızlı bir hamleyle boynuna dolayıp sağ elimdeki kamayı beline sapladım. ağzı bir iniltiyle açıldı, gözleri fal taşı gibi olmuştu. sohbetin sonunu getirdim: "biri daha vardı, en azından benim bildiğim bir. sarı saçlı, on beş yaşında..."
evet hayat kısa ama artık ömer için bunun bir önemi yok.
devamını gör...
üst edit: önceki bölüm için #1560871
bölüm iki.

dağ başı bir yerde kalıyorum, her yer yokuş. ama güzel de bir yer, her yeri yeşil, ormanın ortasında. aynı zamanda her yeri çelişki bir yer.
her sabah minibüse binmek için evimden merkeze dogru bir yokuş iniyorum. yokuşu inerken eski, küçük ve hatta yıkık dökük evler görünüyor, içinde yaşayanlar var bu evlerin, ilk defa gören biri hayret eder; böyle bir yerde bir insan ya da bir aile nasıl yaşayabilir? ama yaşıyor elbet, bu eski harabe evler yanı başlarındaki yeni evlerle tezat içinde ayakta duruyor. bu yeni evler temiz ve düzgün ancak estetikten uzak. dedim ya, burada her şey birbiriyle tezat: kimi terk edilmiş kimi hâlâ can taşıyan bu eski harab evler yanı başlarındaki yeni evlerle tezat. bu dağ başına, bu ormanın ortasına kurulmuş bu küçük şehir bu coğrafyaya tezat. şu hastalıklı, zayıf ve titrek köpek yanı başında durduğu lüks otelle tezat.

yokuşu inerken bir yandan şu çelişkili kasabayı izliyorum bir yandan da babamın geceki konuşması tekrarlanıyor kafamın içinde. havadan sudan konuşuyoruz, karı kızla işin yok dimi diyor, yok diyorum. sana güveniyorum diyor. içki, sigara onları da soruyor yine yok diyorum. tekrar başa dönüyor, hiç konuştuğun bir kız yok mu diyor, yine evlilik meselesine girecek, olmaz diyorum. üstelemiyor ama canı sıkılıyor, birazdan patlayacak. son davanı kaybetmişsin diyor, damarıma mı basmaya çalışıyor acaba, boşa bir çaba öyleyse. evet diyorum, satılık mahkeme parası olan için adildir. bir garip adalet, muvekkilimin kocası ölmüş inşaatta, dokuzuncu kattan düşmüş, iş güvenliği yok, tedbir yok üstelik işçiler taşeron. işçiye emeğinin hakkını çok gören müteahhit mahkemede kesenin ağzını açıyor, para dağıtıyor sağa sola ve iş çözülüyor. üç kuruş tazminatla kapatıyorlar meseleyi. babam da artık benimle gurur duyma safhasını geçmiş, bu kaçıncı dava diyor böyle, beş para kazandığın yok hatta üstüne para harcıyorsun, senin yarın kadar becerikli olmayan meslektaşların ikinci üçüncü evini alıyor sen bu tek göz evde yaşıyosun, kaç bin liralık takım giyiyor beş para etmez dalkavuklar sense şu on yıllık paltonla, üç kuruşluk birkaç parça kıyafetle, pazar malı takımınlasın. en lüks arabalara biniyor senin çırağın olamayacak yeni yetme meslektaşların, sense duraklarda minibüs bekliyorsun her sabah ve akşam. ulan ne var sende düzgün işler alsan, hani herkesin savunulma hakkı vardı, savun işte ulan savun günah mı? işin bu senin.

bağışıklık kazandım artık bu laflara ama bu sefer biraz sinir bozucuydu. nedenini bilmiyorum, her neyse önemli değil, keşke paltoma laf etmeseydi. babamın gelişini beklemiyordum, önceki gece ömer'i öldürdükten sonra sabaha kadar parçalara ayırıp küçük paketlere koymak ve ormanın dört bir tarafına gömmekle meşguldüm, üstüne de sabah adliyeye gitmem gerekti. eve kendimi zor atmıştım ki çok geçmeden babam geldi. normalde yapmayacağım bir hata yapmışım, ömer'in bana aldığı viski evde kalmış, unutmuşum. neyse ki peder görmedi, birde alkolik muamelesi görmeyi hiç çekemezdim. minibüs de geldi.

sabah saat sekiz buçuk, dokuzda adliyede olmalıyım. saat on bir gibi işlerim bitecek, minibüsle yarım saat mesafede bir kafede mücahid t. ile görüşeceğim, t. bir özel dedektif. ömer öldükten sonra, daha doğrusu kaybolduktan sonra (zira öldüğünü bir tek ben biliyorum) ailesi bütün imkanlarını seferber etti, tıpkı oğulları küçük bir kıza tecavüz ettiği için yargılanırken yaptıkları gibi. o küçük kız oturduğu sekiz katlı apartmanın çatısına çıkıp kendini aşağı bıraktı. küçücüktü, kuş kanadı gibi açmıştı kollarını, kaya gibi çakıldı.

o zamanlar ailesinin çabası ömer'i kurtarmaya yetmişti ama bu sefer bunun için çok geçti. yinede bir dedektif tutmuşlar. işinde iyi biri t. dedektiflik kariyeri üst düzey, o yüzden epey de pahalı biri ama ömer'in ailesi için sorun değil. t'nin dedektiflik öncesi kariyeri hakkında hiçbir şey yok, eski istihbaratçı deniliyor, kesin değil. ömer'le kısa süre önce tanışmış, çabuk kaynaşmıştım. tanışıklığımızı öğrenmiş, benimle de görüşmek istedi. dikkat çekmemek ve bu adamı daha iyi tanımak için kabul ettim. görüşmek için adliyeden uzak bir yer seçtim, bu adamla görünmek istemiyorum. saat sekiz elli sekiz, adliyeye vardım.
devamını gör...
saat gecenin 3'ü. hava biraz serin ama çok üşütmüyor. hafif bir esinti sadece. karşıda uçsuz bucaksız bir deniz, denizin kenarında gecenin sessizliği ile konuşan bir kadın. altında eski bir eşofman, üzerinde ince, örme bir ceket.* aklında ise sorular. düşünüyor, "ne yapacağım?" diyor. ardından bir ses duyuyor yanından.

bir keresinde biz makes hanım’la
emirgan’da hiç çay içmedik
bir keresinde biz makes hanım’la
emirgan’da çay içmedik
,

solunda oturan adam söylüyor bu şarkıyı. yüzünün yarısı görünüyor adamın. kirli sakallarını, karakteristik burnunu ve kalın kaşlarını seçebiliyor genç kadın. adam neden oturduğunu bilmiyor bu kadının yanına, "neden burada? neden bu şarkıyı söylüyor şu anda? ne yapıyor?", bilmiyor. kadın ise anlam veremeden susuyor öylece. bu nahif ve güzel sesi dinliyor sadece. devam ediyor adam.

kim sevmez, kim sevmez söyleyin kim?
makes hanım’ı kim sevmez?
kim sevmez, kim sevmez söyleyin kim?
yerimde olmayı kim istemez?


adam içindeki meraka yenilip yarıda kesiyor şarkıyı.
- ne işiniz var burada, bu saatte?
- sizin için bir önemi mi var?
- oldukça endişeli ve meraklı görünüyorsunuz, rahatsız etmek istememiştim. iyi akşamlar.

adam kalkıyor ve gidiyor kadının yanından, istemeye istemeye...
kadın düşünüyor, ne oldu len az önce?

ertesi gece, saat 4
kadın yine oturmuş denizle sohbet ediyor. sahil bomboş. ileride içen birkaç kişi dışında ortam sessiz. kadın onları duymuyor bile. ileriden bir adam geliyor, yanındaki banka oturuyor. kadın tanıyor bu adamı ama nereden? bilemiyor. önüne dönüyor kadın. düşüncelere dalıyor bir kez daha. sabah 6 suları, gün doğmaya başlıyor. "bir gece daha bitti. artık gitmeli " diye geçiriyor aklından. yanındaki uzun saplı çantasını almaya yeltendiği sırada yandaki bankta oturan adamı görüyor. adamın varlıģını dahi unutmuş kadın. ama adam hala orada. sonra hatırlıyor kadın. bu o adam, dün yanında şarkı söyleyen. kalkıyor banktan, hiç düşünmeden adamın yanına doğru ilerliyor. bunu fark eden adam büyük bir gülümseme ile karşılıyor kadını.

-merhaba.
-merhaba?
-siz dünkü beyefendi değil misiniz? şu şarkıyı söyleyen hani?
- ah, evet benim.
- ...
- dün düşünceli halinizi görünce merak etmiştim. bu gece de burada olacağınızı tahmin ettim. yanılmadım.
-size ne bundan?
- size karşı içimde bilemediğim bir merak var, merak ediyorum sizi.
-tamam da neden? tanışıyor muyuz daha önceden ?
- sanmıyorum.
-o zaman?
- bilmem...
hiçbir şey söylemeden adamın yanından ayrılıyor kadın. "ne tuhaf bir adam..." diye düşünüyor içinden.

gece saat 4 suları. adam sessiz adımlarla geliyor sahile. kadını arıyor gözleri. kadın yok etrafta.
"rahatsız ettim herhalde kadıncağazı. ah salak kafam, kapatsana çeneni." diye kızıyor kendisine. biçare oturuyor kadının her zamanki oturduğu banka. takıyor kulaklığını, başlıyor yakamozu izlemeye. adamın aklında kadın, peki ya kadın???

sabah gün doğmaya başlıyor. adam gidemiyor buradan. "ya gelirse o güzel kadın?" düşüncesi ile. bir yandan da korkuyor kadını rahatsız etmiş olmaktan. "neden? " diyor. "neden bu merakım? ". kendisi de cevap veremiyor buna.

ileriden biri geliyor, görüyor adam. yoksa o kadın mı? değil, olsa tanırdı çünkü. ama o gibi...
bir heyecan sarıyor adamı. ileriden, kendisine bol gelen örme ceketi ve elinde bez bir çanta ile ilerleyen o kadını artık net görüyor. kocaman bir gülümseme peydah oluyor adamın yüzünde. çaktırmadan önüne dönüyor, daha fazla rahatsız etmemek için kadını. kadın kendisine doğru ilerlemeye devam ediyor, görüyor fakat yanına oturmayacak biliyor. oysa ne güzel olurdu yanına otursa, diye düşünüyor.

- günaydın, diyor kadın.
-günaydın?
-rahatsız mı ediyorum?
-ah hayır, asla. oturur musunuz?
gülümseyerek oturuyor kadın.
- çay ister misiniz? emirgan'da değiliz ama olsun.
şaşırıyor adam.
-tabii isterim. teşekkürler.
kadın bez çantanın içinden kırmızı bir termos ve iki karton bardak çıkartıyor. adam şaşkın ve heyecanlı. başlıyorlar gün doğumunu izlerken çay içmeye. içleri sıcacık. çaydan mı? birlikte oldukları için mi? onlar da anlayamıyorlar...
tam 1 hafta boyunca bu iki kişi her gece buluşmaya başlıyorlar burada. birbirlerine şiirler okuyor, şarkılar söylüyor, hikayeler okuyorlar ve en önemlisi susuyorlar.


gecelerden birinde, her zamanki gibi güneş tepeye çıkıncaya kadar sohbet ediyorlar deniz eşliğinde.
- o zaman bu gece burada görüşmek üzere.
- peki saat 2 uygun mudur?
- anlaştık o zaman. saat 2'de burada.
adam kadının beklemediği bir şey yaparak sarılıyor kadına. kadın şaşkın bir şekilde sarıyor kollarını adama. iki şaşkın ve mutlu ruh, ayrılıyor o sabah bir kez daha.

gece kadın bekliyor adamı. saat 1.57. 3 dakika var. biliyor kadın, gecikmez bu adam. nereden biliyor bunu? onu da bilmiyor ama neredeyse emin gecikmeyeceğinden.

saat 3.39.
4.12
5.56
7.03
adam gelmedi, kadın ise bekledi sabaha kadar. "gelmeyecek demek ki" diyerek cebindeki sigaraya uzandı kadın. eline farklı bir şey değdi, hissetti. 4'e katlanmış bir kağıt parçası. okudu yavaşça bu birkaç kelimeyi. gözünden bir damla yaş aktı, denize karıştı. deniz sonsuza kadar o bir damla göz yaşını taşıdı. kadın ise affetmedi bu adamı.

kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
devamını gör...
defter
kullanıcı tarafından yüklenmiş görsel
olmamış hikâyeleri yazmayacağıma söz verdim. ya da yarım kalmış hikayeler artık beni ilgilendirmiyor. tam olmadıkları sürece tıpkı ben gibi ne anlamı var bütün bunların. oysa derinden biliyorum tam olmak diye bir şey yok. sahneler beliriyor gözlerimin önünde. bir kadın bir erkek sürekli. atışıp duran. ya da bir sürü yakın kadın birbirinin kuyusunu kazan. hayat bu kadar da zor olmamalı derken gerçekten de bir bakıyorsun ve aslında hiçbir zorluğu yokmuş. sonra bir defter buluyorsun yolda yürürken. kara kaplı ve sayfaları kapağından daha da kara. yanında beyaz kalem yok ki doldurasın. hep hayal ettiğin beyaz defteri çıkarmıyor hayat sana bak işte. yolda yürürken bile bir oyun bir ironi abidesi cilveli yalancılar gibi yaşam denilen zımbırtı. alıyorum defteri. yoluma devam ediyorum. sokaklar dar gelmiyor nedense. şehir boş. psikolojik şiddet uygulayıcı üniformalılar sokak başlarını tutmuş. direniyorum. psikolojim zaten böyleyken beni bozamazsınız diyorum içimden ve kendi isyan bayrağımı açıyorum.
ama hikayelerim ya da olmamış öykülerim gibi isyanlarım da eksik ve tam olamadan kayboluyor kış akşamına. bu kar yağmayan şehirde soğuğun acımasızlığı beni üzüyor. üzülecek başka şey bulamıyormuş gibi buna ağlamaya karar veriyorum ve ani bir hareketle o an yanından geçmekte olduğum kahve dükkanına oturuyorum.
bir filtre sade kahve lütfen.
garson şeker getiriyor elimle iteliyorum.
kelimelerim azaldı ruhumda.
kara kaplı defteri çıkarıyorum. masanın üzerine açıyorum siyah sayfalarını ve inanır mısınız bir mucize gerçekleşiyor.
bir kış gecesi kar yağmayan şehrin ölümle bezenmiş bulutlarından çiçekler yağıyor beyaz beyaz …
usul dökülüyorlar kara sayfalara. üç beş saniye sonra eriyip gidiyorlar
böylece doğa diyor ki bana. sen yazmasan bile yarım öykülerini. ben sana anlılk koca bir roman yazacağım.
kapatmıyorum defteri.
bir sayfa daha çeviriyorum.
tipi başlıyor. belki de burada donsam diyorum. doğa yazsa romanını. hareketsiz bir baş karakter olsam.
burada bu kafede bu siyah kahvenin açık kahverengiye döndüğü akşamda. ama işte her istediğiniz her zaman olmuyor. bunu öğrenecek yaşa gelmiş olmak beni şaşırtıyor.
ve tipi duruyor.
ince bir yağmur az önce beyaza bulanmış kara sayfaları ıslatıyor.
artık işe yaramazlar beyaz bir kalemim olsa bile.
tanrıya bir dilek iletiyorum içimden.
duyuyor mu bilmiyorum.
devamını gör...
kim bilir kaçıncı kez tanımadığı bir yatakta uyanıyordu. usulca doğrulup etrafında ne var ne yok göz gezdirdi. anımsamaya çalıştı odadaki nesneleri. çok fazla eşya yoktu. kırık dökük bir masa, yanında ahşap sallanan bir sandalye, üç çekmecesi olan bir elbise dolabı. şimdilik gözüne çarpan bunlardı. uyanır uyanmaz odayı yokladıktan sonra ilk aklına gelen evde kendisinden başka biri olup olmadığını kontrol etmek oldu. yataktan hafifçe sıyrıldı, başucundaki hırkayı üzerine geçirip yola koyuldu. teker teker mutfağa, salona ve banyoya baktı. bu ufak ve bir o kadar soğuk, yabancı evde tek başınaydı.

uzun zamandan beri adı konulmamış bu hastalığın ya da sendromun pençesindeydi buğra. uykuya dalmadan önce ertesi sabah nerede uyanacağını bilmeden kafasında soru işaretleri ve içinden çıkamadığı bir bilinmezlikle boğuşuyordu. bir ailesi yoktu, daha doğrusu onları hiç tanımamıştı. varlıklarından bir haber olduğu aile daha yolun başında onu yalnız bırakmıştı. kendini bildiğinde yetimhanedeydi. ev diyebileceği, uyandığında aidiyet hissedebileceği, yanıdığı tek yuva orasıydı. azımsanmayacak bir zamandır yuvadan uzaktaydı. zaman mefhumunda bir sıkıntı olmasa da mekanda süregelen bir bilinmezlik mevcuttu. kim olduğunu, hangi yılın hangi ayının hangi gününde olduğunu biliyordu. sürekli değişen ise nerede olduğuydu.

bugün günlerden pazartesi, buna eminim. bütün pazarımı ikinci el eşya ve kitap satan dükkanın tozlu raflarını temizlemek ve düzene sokmakla geçirmiştim. zor ya da öğrenilmesi vakit alacak bir iş değildi. kalıcı olmadığımı bilsem de bu işi sevmiştim. dükkan sahibi sadık abi anlayışlı ve halden anlayan bir adamdı. yabancılık süreci yaşatmadı desem yeridir. o pazardan tam iki hafta önce bu dükkanın asma katındaki kanepeden bozma yatakta uyanmıştım. sadık abi beni bulduğunda hırsız olduğuma ihtimal vermediği için şanslıydım. belli bir süredir bu mekansız uyanmalardan muzdarip olduğumdan artık uyanınca yapacağım izahatler hazır oluyordu. bu sefer hikaye uydurmam gerekmedi. sadık ne söylerse onaylıyordum. senaryoyu benim yerime o yazmıştı. evsiz olduğumu, sığınacak bir yer ararken kendisinin dükkanını bulduğumu, allaha emanet kapısını zorlanmadan açtığımı ve geceyi burada geçirdiğimi onayladım. kimsesiz olduğumu zaten ilk bakışta anlamıştı. galiba yüzüme ve duruşuma işlemişti bu süresiz yalnızlık. bir dahaki bilinmez uyanışa kadar burada kalabilirdim. sanki o asma kat zaten uzun zamandır beni bekliyormuş gibiydi. işim de olmuştu, dükkanın getir götürünü, temizliğini yapıyordum. burada geçen günlerimi arayacaktım, eminim. insanın hiçbir yere ait olamaması kadar acı verici bir şey olmasa gerek. bundan daha kötüsü kim olduğunu bilmemek, sokaklarda kimliksiz dolaşmak olurdu ancak.

peki şimdi neredeydim? bu ev kimindi ve ben yine ait olmadığım bu yere nasıl gelmiştim? her sabah böyle olmuyordu, hatta bu sendromun sıklığıyla ilgili en ufak bir istatistiğim dahi yoktu. bazen üç ay, bazen iki hafta, bazense bir gün. ama muhakkak er ya da geç oluyordu. muhakkak bir sabah uyandığımda evvelki gece bulunduğum mekanın dışında yabancı olduğum yeni bir yerde gözlerimi açıyordum. bitmek bilmiyordu bu ızdırap. hiçbir yere alışamıyor, hiçbir yerde tam anlamıyla yerleşemiyordum. mutfağa girdiğimde kimsenin evde olmadığına artık emin olmuştum. diğer mekanlarda kimseye rastlamadığı gibi evin içinde gezinirken yeltendiği "kimse var mı?" soruları da cevapsız kalmıştı. şansına buzdolabında kahvaltı için malzemeler mevcuttu. üstünkörü de olsa bir şeyler atıştırdıktan sonra keşif turu için üzerini değiştirmeden evden ayrıldı. dolapta kendinin olup olmadığından emin olamadığı kıyafetleri şimdilik denemedi. zaten üstünde gündelik elbiselerle uyumuş olduğundan hazır bir şekilde evden çıktı. ilk işi sokağın başındaki bakkala gitmek oldu. ilk zamanlarda olduğu gibi "ben nerdeyim", "burası hangi şehir", "hangi mahalledeyiz" sorularını karşı tarafı ürkütmemek için artık sormuyordu. bulunduğu mekanı kavramak için daha dolaylı yollara başvuruyordu. bakkaldan yerel bir gazete aldı, gazetenin üstünde eskişehir merhaba gazetesi yazıyordu. dün istanbul'da uykuya dalan buğra bugün eskişehir'de gözlerini açmıştı. zaman zaman bu oluyordu, şehir değiştirme. ilk başlarda sadece aynı şehir içerisinde mekan değiştiren bedeni zaman içerisinde bir sabah ankara bir sabah sakarya gezer olmuştu. işin en acıklı yanı ise buğra'nın bu durumu paylaşabileceği kimsesi olmamasıydı.

aklına ilk istanbul'a dönme fikri geldi. daha önce de denemişti. önceden bulunduğu mekanı, tanıştığı insanları bulabilmek için yeni uyandığı yerden eskisine yolculuğa çıkmıştı. ama bir önceki adresine gittiğinde ne kaldığı yerden, ne yaptığı işten, ne de tanıştığı insanlardan bir iz bulabilmişti. sanki o anlar hiç varolmamış gibiydi. yine hüsranla karşılaşmamak için istanbul'a dönme fikrini şimdilik erteledi. eskişehir'de ne işi vardı onu bulmalıydı. cüzdanını kontrol etmek yeni aklına gelmişti. anadolu üniversitesi'ne ait personel kartı gözüne ilişti. bunun yanında bir maaş kartı, birkaç da kartvizit vardı cüzdanda. acaba buradaki yolculuğu ne kadar sürecekti, burada ne işi olduğunu çözmeye değecek kadar süre geçirip geçirmeyeceğini bilmese de araştırmaya karar verdi. şarkıda sil baştan başlamak gerek bazen diyordu ya, buğra için artık sil baştan başlamamak gerekiyordu. kim bilir kaçıncı kez sıfırdan başladığı hayatı artık onu usandırmıştı. adımlarına bu durumun yarattığı yılgınlık sirayet etmişti ama daha tam olarak pes etmemişti. biliyordu. bir gün artık buraya kadar deyip pes edecek ve belki de bu hayata artık daha fazla katlanamadığını farkedip kısa yoldan bu işi bitirecekti. ama şimdi değil.

üniversiteye vardığında kimlik kartını turnikeye okutup içeri girdi.kapıdaki güvenlik uzun süredir tanıdığına delalet eden bir iyi günler dileğiyle karşıladı onu. evet ama şimdilik ne yapacaktı. güvenliğe burada ne işi olduğunu sormak abes olurdu. içeride yolunu yardım olmadan bulmak ise imkansız. havadan sudan bir muhabbetle konuyu buradaki işine getirebilirdi ve denedi. şansına geveze güvenlik konuştukça konuştu ve bir ara kütüphanede işler nasıl cümlesi geçti. bingo ! kütüphanede memurdu buğra. doğrudan oraya yönelmedi, biraz daha sohbet etti ve öyle yoluna gitti, istediğini almıştı. kütüphaneyi bulduğunda saat 10'u geçmişti. bankoda görevli olan, emekliliğine az kalmış yaşlı kurt ihsan nerede kaldın yahu, başına bir iş geldi sandık diye karşıladı onu. telefonun da kapalı, kaç kere aradım. bunca yılın tecrübesine rağmen buğra bu sabah en önemli şeyi atlamıştı, telefonunu kontrol etmek. bu kadar uğraşmasına gerek kalmayacaktı belki. şarjım bitmiş, farketmemişim diye başından savdı ihtiyarı. kütüphane içerisinde şüphe çekmeden bir tur attı, o sırada ihsan'ın şüpheli bakışları onu takip etmeye devam ediyordu. bu çocukta bir haller var bugün ama hayırlısı dedi içinden. sonrasında daha fazla dayanamadı. " oğlum buğra ne dolanıp duruyorsun, gel otursana yerine" diye seslendi. neyse ki yeri belliydi, zaman içerisinde bu ihtiyardan yaptığı işi de öğrenirdi. gerçi şimdiden belliydi neyin ne olduğu az çok. kütüphanede öğrencilerin aldığı kitapları sisteme işliyorlar, iade kitapları yerlerine yerleştiriyorlar, kısacası bir kütüphane memuru gün içerisinde ne yaparsa onu yapıyorlardı. ihsan'ı fazla şüphelendirmemek için çok soru sormadı. öğle yemeğine kadar yerinde sakince oturup onu takip ederek işinin gerekliliklerini kafasında bir yere not etti. bu kaçıncı iş öğrenişim diye geçti aklından bir ara. artık hafızası doluyordu. sürekli yeni bir işe adapte olmak zorunda kalmak, işin gereksinimlerini öğrenmek yoruyordu onu. ama bu seferki çok zorlayıcı sayılmazdı.

günün sonunda yorgun hissediyordu. eve dönüş yolunu bulma derdi olmadı. kapının önündeki servisçi sabah yoktun buğra bey deyince anladı mevzuyu. kısa bir izahat sonrası servise atladı, evin önündeki sokakta indi. eskişehir'deki ilk işi günü bitmişti. akşam yemeği için bakkaldan birkaç şey aldıktan sonra eve geldi. evden çıkmadan pencereleri açmadığına pişman oldu, boğucu ve havasız bir ortam karşıladı onu. temizlik yapmaya değer mi diye düşündü, biraz beklemeliydi. burada ne kadar kalacağını bilmediğinden öteledi bu işi de. yemeğini yedikten sonra telefonunu kurcalama vakti geldi nihayet. buğra'nın bir sosyal medya hesabı yoktu ama internetten ya da mail adresinden bir şeyler öğrenebilirdi. okula ait mail adresinde okunmamış 72 mail bekliyordu. çoğu okulla alakalı duyurular olan gereksiz mail yığını arasında biri ilgisini çekmişti. gelen mail suat'tandı. yetimhanede edindiği ender arkadaşlardan biriydi. yazıda kendisine uzun zamandır ulaşmaya çalıştığını, internette ismini aratırken üniversitenin sitesinden mail adresine ulaştığını belirtiyordu. bunca zamandır ne yaptığını, nerelerde olduğunu da iliştirmişti soru olarak. buğra için yeni bir umut ışığı doğmuştu, sonunda hayatının normal seyrinde olduğu çocukluk günlerinden biri ona ulaşmıştı. suat'ın yazdıkları arasında kendisinden bahsettiği kısımlara tekrardan göz attı ve ankara'da yaşadığını gördü. mailin sonunda müsait oldukları bir zamanda buluşalım diye eklemişti.

sisli bir ankara sabahunda gözleri suat'ı arıyordu kızılay meydanında. bir dönem bu şehirde yaşamıştı, üç ay kadar. o zamanlar bakanlıklardan birinde uzman yardımcısı görevindeydi. uyanışların en iyilerinden birisiydi. oldukça prestijli bir hayata uyanmıştı ankara'da. tabi sürdüremedi bu durumu. iki yıl aradan sonra aynı şehirde bulunmak garip hissettirmişte, hafifçe ürperdi. saat tam 10'da suat'ı üzerinde gri bir palto, omzunda bir evrak çantası kendisine doğru gülümseyerek gelirken farketti. mailde yetişkin haline ait fotoğrafını iliştirdiği için tanımak zor olmadı. meydana yakın kafelerden birine girdiler. geçmişle ilgili kısa bir konuşmanın ardından şimdiki zaman geldi sıra. suat avukat olmuştu, çankaya'da bir hukuk bürosunda çalışıyordu. evlenmiş, bir kız çocuğu sahibi olmuştu. kılık kıyafetinden de anlaşılacağı üzere hali vakti yerindeydi. kendisi hakkında olan biteni anlattıktan sonra buğra'ya gelmişti sıra. kısaca eskişehir'den bahsetti. orada yeni olduğunu ve uyanışları anlatmadı. aslında buraya gelirken niyeti bunları ona anlatmaktı ama deli damgası yemekten korkuyordu. sonuçta anlatacakları aklı başında kimseye mantıklı gelecek türden şeyler değildi. bunu denese kaybedecek bir şeyi olmazdı belki, suat bu zamana kadar ortalarda yoktu, bundan sonra onu deli belleyip görüşmese ne eksilirdi. sadece kendine yediremediğindendi bu tavır, yoksa suat'ın ne düşüneceği çok da umrunda olmazdı. neden sonra muhabbet bir anda yetimhaneye geldi, ikisi de ayrıldıktan sonra bir daha oraya uğramamıştı. oradan hatıra kalan birini görmek bir anda buğra'ya buraya tekrar gitme isteği uyandırmıştı. ne kaybederdi ki.

ve her şeyin başladığı yerdedir. aradan geçen 12 yıldan sonra yetimhanededir. doğrusunu söylemek gerekirse artık burası bir yetimhane de değildir. terk edileli uzun zaman olmuş, metruk, yıkık dökük bir yer halini almıştır. buğra etrafında kimselerin olmadığı binanın içerisine yavaş adımlarla girer. kapı ardından kapandığında bir an süren karanlığın ardından her şeyi yerli yerinde bulur. koğuşu, ranzası, yemekhane, ilk yardım odası. her şey 12 yıl önce bıraktığı gibidir. koğuşuna gider, yatağını bulur. yorgunluktan kapanan gözlerini açık tutamaz ve uykuya dalar. artık ait olduğu yerdedir. hatta bu hayatta ait olabileceği tek yerdedir. uyandığında ve tekrar uyuduğunda, değişmeyen tek yerdedir.
devamını gör...
önceki hikayeyi okumadan bunu okumamanızı tavsiye ediyorum. zira bu onun devamı niteliğinde olacak. önceki hikaye için: #454431
••
onunla görüşmüşler ama ellerine çok bir şey vermemiş adam. tehlikeli bir tipe de benzemiyormuş. boş dönmüşler anlayacağın."

bayan g bir an durup düşündü. zihninde oturmayan bir şeyler vardı. tıpkı boncuk'un da zihninde olduğu gibi... kilit kişinin kim olduğunu biliyorlardı, ikisi de o kadar çok cinayet haberi yapmış ve o kadar çok olay görmüşlerdi ki! yalnızca bir sorun kalıyordu geriye; adamı konuşturmak veyahut gerçeğe onun aracılığıyla ulaşmak.

peki, bunun için ne yapılabilirdi? o adama gitseler bile nasıl konuşturacaklardı? bayan g, düşüncelere daldığında yaptığı gibi boynunu sıvazlamaya başladı. düşün, diyordu, düşün g. hayır, esaslı bir plan gelmiyordu aklına! sonra boncuk aniden yerinden sıçradı. aklında düşünceler kol gezdiğinde böyle olurdu. heyecandan sandalyesinden düştüğü bile olmuştu!

"buldum g!" dedi heyecanla. "teknolojiden yararlanalım, nasıl örnek olacağız z kuşağına? bak şimdi; gidelim adamın evine, haberci kimliğimizi gizleyelim, polisiz, konuşup gideceğiz, diyelim. ben bir şekilde şu minnak dinleme cihazlarından bulacağım. oturduğumuz koltuğa, adamın odasındaki masaya vs. neresi denk gelirse işte, yerleştiriverelim. ne duyarsak kâr değil mi? basit ama etkili bir yöntem. böceği bulursa da bulsun canım, ne olacak?"

plan güzeldi, en azından denemeye değerdi. g'nin kalbine şimdiden bir heyecan, bir umut taht kurmuştu. uğruna işten çıkarıldığı (yalnızca işten değil, gözden de çıkarılmıştı) dosyaya yardımcı olmak, onu çözümlemek içinde tarifi imkânsız duygulara sebebiyet veriyordu. arkadaşına baktı. birbirilerine attıkları bakış aynı şeyi söylüyordu; gidelim ve yapalım! düşünceleri konuştuğundan kelimelere gerek kalmadı. boncuk getirdiklerini tekrar çantasına atarken, g, üzerini değiştirdi. alelacele evden çıktılar.

dinleme cihazını alabilecekleri bir yer bulup işlerini bitirdiler ve adamın evine doğru yola koyuldular. giderken söyleyeceklerini bir bir dizayn ettiler, her dedikleri birbiriyle uyuşmalıydı. ivedi konuların üzerinde durmaya niyetleri yoktu, hele ısrar etmek, asla istemiyorlardı. önemsizmiş gibi davranıp ona göre konuşacaklardı. boncuk, burası, deyince aynı heyecan tekrar geldi g'nin kalbine. ikisi de derin bir nefes alıp arabadan indiler. ev, geniş bir bahçeye sahip, görkemsiz ancak garip hisler uyandıran bir evdi. belki de yalnızca düşüncelerinden dolayı garip hissetmişlerdi, bilemediler.

g kapıyı çaldı. birkaç dakika sonra içerinden adım sesleri gelmeye başladı. kapı açıldığında karşılarında gayet temiz yüzlü, hafif kirli sakallı, yaşına rağmen karizmatik olan bir adam duruyordu. kibar bir ses tonuyla "merhaba?" dedi, sorarcasına. boncuk boğazını temizledi ve "merhaba," diye karşılık verdi. boncuk bir an durdu, polisiz, diyemezlerdi. kimlikleri yoktu, adam kimlik gösterilmesini isteyebilirdi. "biz buraya yakın bir eve taşındık. birçok yeri tanımıyoruz, sorup soruşturmamız icap etti ancak bazı komşularımızın bugün dışarı çıkası gelmiş." burada şuh bir kahkaha attı. samimi görünmek istediği belliydi ve bunu başarıyordu. g şaşırdı. o kadar şey planlamışlardı, ne yapıyordu bu kız? sonra anladı. arkadaşı tam bir kurnazdı.

adam da güldü. aynı ses tonuyla "öncelikle hoş geldiniz. umarım aldığınız ev size mutluluk getirir. sorunu anladım. eğer yardım edebileceğim bir şey olursa seve seve elimden geleni yaparım. dedi. o sırada devreye g girdi. onun da konuşması lazımdı. "aslında en başta bir bardak suyunuzu içsek," dedi sevecen bir tavırla. adamın birden yüz ifadesi değişti ancak çabucak toparlanıp "tabii, buyrun lütfen," dedi aynı içten ses tonuyla. şimdi evdeydiler. güzel kokan bir odada oturmuş, etrafı meraklı gözlerle seyrediyorlardı. boncuk acele davranıp koltuklardan birine böceği yapıştırıverdi. önceden birçok detayı halletmişlerdi. g getirilen suyu içti. adamla havadan sudan, evden, hatta ev fiyatlarındaki artıştan konuştular. ikisi de içlerinden "bu adam yapmaz," diyorlardı. hayatın insana neler yaptırdığından bihaberlerdi anlaşılan.

müsade isteyip ayaklandılar. girişe doğru geldiklerinde g etrafa kısaca göz attı. sade, minimal düzenlenmiş bir evdi. duvarları çok güzel bir griye boyanmış, mobilyalar ona göre seçilmişti. günlük temizliğine de dikkat ediliyordu anlaşılan. bir erkeğe göre fazla temizdi, çok fazla temiz. o sırada gözü portmantodaki ilaç kutusuna ilişti. çaktırmadan ilacın adını telefonuna kaydedip konuşulanlara odaklandı.

"lütfen bir şeye ihtiyacınız olduğunda çekinmeyin. siz güzel bayanlara yardımcı olmak gurur verici olacaktır."
bu adam neden bu kadar samimi davranıyordu? karakter yapısı mı böyleydi yoksa g'nin içini yiyip bitiren kuruntular boşuna değil miydi? kafasını sallayıp düşüncelerden kurtulmaya çalıştı. boncuk onun yerine konuşuyordu zaten. en sonunda evden çıkmayı başarmışlardı. hızlıca arabaya koşup bilgisayarı açtılar. kulaklıkları takıp ses duymayı beklediler. ne yazık ki ortamdaki tek ses hışırtı sesleriydi. daha sonra ise açılıp kapanan tahta kapı benzeri bir sesi geldi, daha sonra duyulan tek şey yine aynı hışırtılardı.

akşam olmuş, ortalık iyiden iyiye karanlığın hükmüne girmişti. boncuk'un artık eve dönmesi gerekiyordu, aynı şekilde g'nin de ancak burayı bırakmak içlerinden gelmiyordu. ya onlar yokken işe yarar şeyler olursa? riske atamazlar, şansa bırakamazlardı. g annesinden boncuk'larda kalacağına dair izin aldı. planı gereği azıcık yalan kullanmak zorunda kalmıştı. her şey hallolunca arkadaşı evine gitti. şimdi dinleme zamanıydı.

kahretsin ki yaşama yönelik tek belirti yoktu! nereye girmişti bu adam böyle? bir an başına bir şeyin gelmiş olmasından korktu. tam o sırada yeniden aynı kapının sesi geldi. kalbi yeniden heyecanla kıpırdamaya başladı.
••
yine devamı sonraya ama heyecanlı gelecek sonu. *
devamını gör...
zamanın evi

bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. burada herkes birbirini kovalıyor. benim önümde kimse yok. koşuyorum…

soğuk adeta vücuduma yapışmıştı. yarı donmuş parmaklarımla evimin kapısını açmaya çalışırken, bir yandan da en kısa zamanda eve girip sırtımı en yakın kalorifer peteğine dayamanın hayalini kuruyordum. bir iki denemeden sonra kapıyı açmayı başardım. içeriye girmemle evimin sıcaklığının beni olanca içtenliği ile kucaklaması bir oldu. donmaktan kurtulmuştum. felsefi sorgulamalara girecek durumda olmasam da düşünmeden edemedim. zamane insanın kahramanlıkları ne kadar yüzeysel, tehlikesiz ve bencilceydi.

donmaktan kurtulmak bana bir an için büyük bir başarı gibi gelmişti ama aslında ortada böyle kahramanlığa dair bir savaşım yoktu, bir insanın bedeni bundan katbekat soğuklara dayanabilirdi, kaldı ki evin kapısındaydım ve 5 dakika önce dolmuştan inmiştim. yani en ufak bir tehlike yoktu, dahası; tersi bir durum söz konusu olsaydı bile buna kahramanlık diyemezdik çünkü kurtaran ve kurtarılan aynı kişi olacaktı. bu durumda söylenecek pek bir şey yoktu. paltomu sırtımdan sıyırıp oturma odama doğru yürümeye başladım. gözlerim her zamanki gibi evin alışılmış köşelerinde dolaştı içgüdüsel bir şekilde. ama sanki bir ara, çok kısa bir zaman diliminde gözlerimin ev içindeki yolculuğu kesintiye uğradı. bir şey eksikti. evde olması gereken, her zaman orda olan eşyalardan biri kayıptı. önce ısınıp, bir çay suyu koyup, sonra da bu konuyu çözmeye karar verdim. evimdeki eksikliği giderecektim. ve bugün ikinci kez kendimin kahramanı olacaktım. zamane insanı işte!

çay suyu ocağın üzerinde kendi kendine kaynarken, ben de hem koltuk hem de yatak olarak kullandığım ziyadesiyle fonksiyonel kanepenin üzerine oturdum ve insiyaki bir hareketle bir sigara yaktım. duman içime dolduğunda zihnim canlanmaya başlamış, bedenimdeki soğuk kaynaklı uyuşukluk yerine nikotin kaynaklı bir rahatlamaya bırakmıştı bile. televizyonu açmadım, bir kitap alıp okumaya karar verdim ama kendimi hayal dünyasına kaptıramayacak kadar yorgun ve isteksiz hissediyordum. televizyonu açmaya ve haberleri seyretmeye niyetlendim. haber saatinin gelip gelmediğini anlamak için saatime baktığımda saatimin kolumda olmadığını gördüm. duvara baktım, orda olması gereken duvar saatim de sırra kadem basmıştı. içeri girdiğim anda hissettiğim eksiklik buydu. evdeki saatlerin tümü, yelkovanlarını, akreplerini, üzerlerindeki sayıları, dakikaları, saniyeleri de almış ve gitmişlerdi.

o anda aklıma gelen saatler ortadan kaybolduğunda, her şeylerini alıp evi terk ettiklerinde, ev içinde süregitmesi gereken zamanın devam edip etmeyeceği oldu. mutfağa gittim ve kaynayan suyun bir fotoğraf karesi gibi donmuş olduğunu gördüm, sigaramın ucundaki duman asılı kalmıştı öylece. hiçbir şey hareket etmiyordu, yalnız ben, bu devinimsizliğe mahkûm edilmiş evde dilediğim gibi davranmakta özgür bırakılmış gibiydim. ama zamansız bırakılmış olmak nasıl bir özgürlük olabilirdi? kendimi, yıllarca bir kafesin içinde yaşamış ve bir anda kafesin olmadığını fark etmiş zavallı, çaresiz bir muhabbet kuşu gibi hissediyordum. yıllarca zaman ve mekân duvarları arasına kısılmış yaşayan bir insanın bu duvarlardan birinden yoksun bırakılması nasıl bir eksiklik yaratabilirdi? tahmin edemiyor, etmek bile istemiyordum. zamandan azade yaşamak ona daha fazla bağlanmaktan başka ne olabilirdi ki?

bu yoksunluk dolu özgürlük yanılsamasından kurtulmanın tek yolu vardı. saatlerimi bulmak. saatlerimi bulmak ve kendi kendine kulluk eden bir tanrı olmaktan kurtulmak. yoksa… yoksa kaybolup gitmem, mekâna sarılmış bir siluet olamam an meselesi idi.
fikir yürütmelerim beynime nefes alma fırsatı verdiğinde, bir yerlerden gelen tik takları duydum. sese doğru yürümeye başladım. nabız atışlarım saat seslerine uymuş, adımlarım ağırdan alıyordu. sesler, çıkış kapısına doğru yaklaştıkça hızlanıyor ve kuvvetleniyordu. ama çıkış kapısı yerinde değildi. yerinde ise dalgalanan, şeffaf, dumansı görüntüler vardı. cesaretimi toplayıp ayaklarımda, kapımın olması gereken yerde beni bekleyen hiçliğe doğru yürüdüm. içeriye adımımı attığımda yoğun bir tik tak sesi ve kesif bir yaşlılık kokusu karşıladı beni. yaşlılık kokusu; biraz küf, biraz limon kolonyası, ilaç, naftalin ve bolca toprak… ve sağır edici bir ses… zamanın kokusu ve sesi. insanların korkularının temel nedeni ölümün ayak seslerinin en yankılı, en gür duyulduğu yer burası olmalıydı. burası; zamanın evi…
kafamı ritmik hareketlerle sağa sola çevirip gözlerimin bu olağan dışı duruma alışmasına yardımcı olmaya çalıştım. burası tam bir saat cennetiydi ya da cehennemi ya da mezarlığı ya da hepsi birden. rolexlerin kendini beğenmişlikle etrafa saçılmalarına bozulan ve ellerinde köstekleriyle ortalıkta dolaşan serkisofflar en çok ses çıkaranlardı. swatchlarsa daha canlıydılar ve bir arada dolaşmaktan zevk alıyorlardı. casiolar savaştan yeni dönmüş kahraman edasıyla bir köşede ve saf düzeninde ağırbaşlılıkla, disiplin içinde bekleşiyorlardı. başka başka saatler de vardı ama ben isimlerini bilmiyordum. kimisi zengin kimisi orta halli… hepsi bir şeylerle meşgul…

benim saatlerim ise iki kardeş gibi sırtlarını birbirlerine dayamışlar, uyukluyorlardı. tik takları birbirine karışmış, akrepleri ve yelkovanları birbirlerine sarılmıştı. zamanın göstergesi olan nesnelerin derin bir uyku halinde olması kadar ilginç olan şey çıkardığım seslerden rahatsız olup uyandıklarında ve hafifçe esnedikten sonra bana dostça gülümsemeleriydi. duvar saatim yerinden doğruldu vücudunu da esnettikten sonra bana doğru yaklaşıp; “hoş geldin” dedi. halimi hatırımı sordu. bu hoş geldin seremonisinin bir an önce bitmesini istiyordum. merak ettiğim şeyler vardı ve artık beklemeye sabrım yoktu. kol saatim kendini zamansızlığın kollarında ama yine de zamanı içinde taşıyarak yeni bir uykuya daldı. rüya görüp görmediğini sormak istedimse de bu gözüme o kadar da önemli görünmedi.
duvar saatime sormam gerekenleri sordum. neler oluyor? zaman neden durdu? burada ne işiniz var? ya benim? beni oldukça rahatsız eden ve kendimi küçük bir çocuk gibi hissetmeme neden olan bir ağırbaşlılık ve bilgelikle beni takvim yaprağından yapılmış bir koltuğa oturttu. ve bir bir anlatmaya başladı.

zaman, artık dünyayı ve insanlığı terk etmeye karar vermişti. devrik bir kral olarak evine çekilmiş, maiyetini etrafına toplamış ve dünyayla hoş beşi kesmişti. “ alacak verecek kalmadı” demişti tüm saatlere. onlar da krallarına bazen baş kaldırsalar da çoğu zaman sadık oldukları için toplanıp bu eve, kendi evlerine yerleşmişlerdi. nedense bu durumu garipsememiştim. bana çok doğal geliyordu anlatılanlar.

zamanın durmaya karar vermesinin nedenine gelince. insanlar zamanı bir yarış aracı olarak kullanmaya başlamışlardı. her şeyi hızla yapıp saatlerinin içinde zamanlar biriktiriyorlardı. belli bir miktara ulaşınca da üzerlerindeki tozu silker gibi silkip atıyorlardı zamanı. kronometreler icat etmişlerdi hızlarını onaylatabilmek için. hızına yetişememeye başlamıştı zaman, insanlığın açlığının ve açgözlülüğünün. kum saatleri zaten tarih olmuştu çoktan, zamanı yavaşlattığı düşünüldüğü için sadece süs olarak kullanılıyorlardı ama kimse zamanın hızının sabit olduğunu hesaba katmıyordu.kimse zamanın biriktirilebilecek, sonra da boşa harcanabilecek bir şey olmadığının farkında değildi. ayrıca zamanın yarıdmcılarını, evin bir köşesinde güzel ve nostaljik bir görüntü aracı olarak kullanmanın zamana hakaret olacağını düşünemiyorlardı. zamanın da bir sabrının ve bir kırılma noktasının olduğu hesaba katılmalıydı. fark edemediler, düşünemediler ve hesaba katamadılar... kendileriyle o kadar meşgulüler ki zaman''a yaptıkları nankörlüğü anlayamadılar. bunun bir karşılığı olmalıydı. o kadar eli açık bir kral değildi artık zaman.insanların yararına sunduğu bütün nimetleri geri almaya bunun için de durmaya karar vermişti zaman ve ona engel olabilecek hiçbir güç yoktu, kendini her şeyin üzerinde sana insanlık birden enkaz altında kalmıştı böylelikle ve bu bir intikamdı.

bu kadar hızlı bir anlatımdan sonra saat biraz soluklanmak için sözlerine ara verdi. pillerinin zayıflamaya başladığını ve ancak son soruma yanıt verebilecek kadar süresi kaldığını söyledi. sonra arkadaşıyla dinlenmeye çekilecekti.

benim burada olma nedenimi ise kısaca anlattı. saatlerim onlara iyi davrandığımı, onları anlamak için uğraştığımı zamana anlatmışlardı ve benim gibi birkaç kişi daha zaman evine kabul edilmişti. onlar da tıpkı benim gibi kendi hikâyelerini dinliyorlardı bir yerlerde.

bu satırları derinden gelen tıkırtılar içinden yazıyorum. siz, ihanet ettiğiniz zamanın intikamına maruz kalan insanlara zaman evinin içinden sesleniyorum. ihanetiniz bitene kadar, ara sıra güneşe baktığınızda saatlerle dans eden beni görebileceksiniz gökyüzünde. ve ben, devinimsizliğe mahkûm fani bedenlerinizle hayatın orta yerinde dururken siz, insanlar; sizi bağışlaması için zaman, saatleri kurmaya devam edeceğim durmadan. ben kendi kahramanlığıma ulaştım, şimdi sıra sizde.
devamını gör...
"gördüğünüz gibi sayın seyirciler; kişi veya kişiler bu ay da boş durmadılar. nedeni bilinmeksiniz öldürdükleri kişi sayısı gitgide artıyor. polis, işlenen cinayetlerin sebebini soruşturmak için geniş kapsamlı çalışma yürütüyor."

bayan g, okuduğu dergiden kafasını kaldırıp gerindi. yan odadan haberlerin sesi geliyordu fakat şu an en son duymak istediği şey haber sesiydi. sessizce ofladıktan sonra tekrar dergisine döndü. annesi gelene dek sürdü mutluluğu.
"baksana g, şehirde hayatta kalan birkaç kişi tek kaldı. onları da ufaktan öldürmeye başlıyorlar."

bayan g'nin umrunda dahi değildi. yıllarca emek verdiği kanaldan suçsuz bir şekilde kovulmuş, işlenen cinayetlerden birine dair iz bulunmuş olmasına rağmen kimse ona inanmamıştı. sıkıntıyla bir nefes verdi.
"bunun umrumda olduğunu mu düşünüyorsun anne? elimdeki fırsatı almamış olsalardı, belki de başka kimse ölmezdi."

annesi kızının bu şekilde depresyona girmenin eşiğinde olduğunu gördükçe içi içini yiyordu. elinden bir şey de gelmiyordu ki! g bir hayli inatçıydı! "ne olacak bu halin?" diye söylenerek odadan çıktı. g telefonuna baktı, kanaldan bir arkadaşı ona mesaj attı.

kimden: boncuk
- bu böyle olmaz! hemen elimdeki her şeyi alıp size geliyorum, öğleden sonra orada olurum.

kime: boncuk
- elinde ne var? beni heyecanlandıracak bir olay yoksa gelme!

kimden: boncuk
- şu cinayet olayı desem?

g, bir an nefessiz kaldığını hissetti. çözmeye çalışması dahi kendisine büyük bir haz veriyordu. son mesaja cevap vermedi, onun için "çabuk gel de anlat" demekti sessiz kalması. öğleden sonrası için sabırsızlanmaya başladı. boncuk bir an önce gelsin istiyordu. stresle tırnaklarını kemirmeye başladı. olacağı yoktu. biraz uyumak iyi gelebilirdi.
••

kapı çaldı. g, annesine bırakmadan hızla kapıya koştu. tahmin ettiği gibi gelen arkadaşıydı. çarçabuk montunu alıp astı. arkadaşı söylemeden geçemedi.
bu ne heyecan böyle kız, sakin olsana az! kaçmıyor kimse bir yere! g onu dinlemedi. masasını hazırlamış, kendisinden sonra ortaya çıkanları duymak için delice bir istek duyuyordu. masaya geçtiler. boncuk, çantasından çıkardığı dosyayı g'ye uzattı. g dosyayı öyle hızlı aldı ki, annesi gülmeden edemedi. hemen içerisinden resimleri ve yazılanları çıkardı. o dosyayı incelerken boncuk anlatmaya başladı.

ayın üçüncü, yılın altıncı cinayeti. cesetlerden üçü evlerinde bulunmuş, diğer üçünü de sanayi bölgesinden 2 kilometre uzakta bulmuşlar. neredeyse aynı yerde yani. hepsini aynı kişi veya kişilerin öldürdüğü düşünülüyor çünkü öldürme şekli aynı; boğazı kesmek.

eşimden -boncuk'un eşi polisti ve boncuk gizlice bilgileri alıyordu- (ç)aldığım bilgilere göre bu kişilerin tek bağlantısı sanayi bölgesi'nde araba tamiri ustaları olmaları. öldürülmeleri için bir sebep yok! sicil kayıtları temiz, ufak tefek borçlar dışında borçları da yok!
en son gidip ustaların eski çıraklarıyla falan konuşmuşlar. hiçbiri onların öldürülmesine sebebiyet verecek bir neden sunmamış ancak çalışanlardan biri "buranın eski çalışanı vardı; bahsettiğiniz ustaların dükkânında çalışan tek o.


--
devamı sonra. *
devamını gör...
yavşak kedi

kusursuz bir ölümün peşindeki adam ayağı buzun üzerinde kayarak öldü bugün.
hem de yıldız yokuşunda. hem de delicesine kar yağarken.
üç metre genişliğindeki kaldırımda sabah altıda yürüyordu işine gitmek için. hava henüz karanlıktı. sokak lambalarının altında geçen tek tük arabaların neredeyse tümü siyahtı. ya da en azından bizim adam öyle sanıyordu. ve bu beyaz siyah kombinasyonu adamın içini rahatlatıyordu bir şekilde.
yokuş uzundu. bacaklarındaki damaların açılması için doktorun tavsiyesine uyması gerekiyordu adamın ve işte yürüyordu.
yarısına geldiğinde burnunun üzerindeki siyah noktalar bile donmuştu.
beresini iyice kavradı ve gözlerinin kirpiklerine değecek kadar indirdi.
tam işte o sırada kaldırımın dibinden başlayan binalardan birinden bembeyaz bir kedi fırladı. adamın önünden geçerek ana yola doğru hızla ilerledi.
kedileri sevmezdi adam. köpekleri de sevmezdi ama o sırada arkadan gelen arabanın sesini saniyeler içinde duymuş. saniyeler içinde beyni karar vermiş. kedi ezilmesin diye önce bacakları sonra bütün vücudu harekete geçmişti.
tek bilmediği karın altındaki buzdu.
tek bilmediği karda o kadar sert koşarsan buza ulaşırdın.
ve adam üçüncü adamında havalandı. daha doğrusu önce ayakları sonra bacakları sonra da gövdesi takip etti havalanmayı.
kedi çoktan ana caddeyi geçmiş yavşakça bakıyordu karşı kaldırımdan.
siyah araba ani fren yapmış. kedinin geçtiğini görünce gazı körüklemişti.
ve işte bu yüzden havalanıp beynin üzerine çakılan adamı görmedi sürücü.
beresinin altından sızan kan beyaz karın içinde çiçek gibi açtı.
kusursuz bir ölümün peşindeydi adam.
oysa kusursuz bir ölüm yoktu.
bunu defalarca gören ve bilen kedi tekrar anayolu geçti. adamın başına geldi. ve karın üzerindeki kanı kokladı.
sokak lambaları sönmedi.
devamını gör...
bir yere gönderdim ama beğenmediler. yine de olsun ya... buyurun efendim. daha önce koymuştum sonra kaldırmıştım.

yetim
elime bir kar küresi verdiler annem öldükten sonra. içinde annem. gittim kütüphanenin raflarından birine koydum. babam masada oturuyor bazen. arada bakıyor küreye ve gidip sallıyor. dibindeki kağıt parçaları kendilerini kar zannederek havalanıyor ya da yer çekiminin ve suyun azizliğine uğruyorlar. babam biliyor kar küresinin içindeki annemi. neden oraya girdiğini bir türlü anlamıyor ama… annemle bu konuyu konuşuyoruz babam odada yokken. sana yardım etmeden çıkamam diyor. anne işte, öldükten sonra da çocuklarını düşünüyorlar. ama ne bileyim, bedenen yok olup, ruhunu bir camdan kürenin içine hapsetmek de biraz fazla değil mi? artık yalnız da değilim ben.
babam dönüp kar küresine bakıyor sonra açıyor bilgisayarını ve aynı şeyi yazıp yazıp duruyor. satırlarca tekrar eden cümle beyaz ekranda iyice anlamını yitiriyor. ne bir öykü başlangıcı ne bir rahatlama ne de bir dışavurum…
“onu özlüyorum.”
ah, özlüyorsun biliyorum. hani damarların sızlıyor ve midendeki ağrı zihnini kemiriyor. ama ben öldürmedim onu diyorum sana baba. hani siz kaza geçirdiniz ya. sense o cümlenin etrafından dolaşıp, kutsuyorsun acını. varlığımdan habersiz devam ediyorsun masada oturmaya. oysa ne güzel konuşurduk seninle. ben yatağımda yattığımda, hani oturduğunda yanı başıma. derdimi anlattığımda buruşmuş parmaklarını saçlarımda gezdirdiğinde.
annem de biliyor bu anları. kapı aralığından bir tebessümle bize baktığında gözlerindeki ışıltıyı yakalayıp yıldızlara saldığım anlar.
onun katili ben değilim diye fısıldıyorum babamın kulağına. ölmesi zamanın kanunu ve hatta doğrusallığın sıradanlığı gibi.
kaldırmak istiyorum babamı oturduğu yerden. sırtı iyice eğilmiş ve elleri başını zor tutuyor. bu sahnenin donması yeterince üzüyor beni.
annem de çok üzülüyor onun kamburuna. ne de muhteşemlerdi gençken. benim ortalamamı meydana getiren bu iki uzun, dik duruşlu insan.
şimdi annem o kadar küçüldü ki, kar küresinin içerisinde neredeyse yerle bir.
onu ben koymadım oraya. o istedi biliyorum. babam acısından kurtulsun ve beni yalnız bırakmasın diye. ne de hoş bir çaba.
kurgusal karakterler böyledir. bir amaç uğruna var olmak isterler. ta ki yazar canlarına okuyana kadar ya da onları değiştirene kadar.
ben annemi değiştirebilir miyim bilmiyorum çünkü zihnimde ufak kırıntılar halinde anısı. rujlu bir dudak. odaya girdiğinde yayılan vanilya kokusu, eteğinin kenarına bulaşmış yemek lekesi.
belki babam bunları hatırlıyor işte ve hatta daha fazlasını. unutamama hastalığına yakalanmış olmalı.
benim mi ona yardım etmem gerekiyor?
babam hafif doğruluyor şimdi masanın başında. oh be diyorum, sahne hareketlendi.
eli klavyeye gidiyor.
“onu unutursam ölürüm.” cümlesini yazıyor boş sayfaya ve kalkıyor masanın başından. az önce kar küresini koyduğum kütüphaneye gidiyor. tozlu rafların arasından onu alıyor ve masasının üzerine koyuyor. annem büküldüğü yerden kalkıyor karların arasında.
gözlerinde ateş, “varlığının bir yararı yok.” diyor babama. sonra sert sesi cam küreyi deliyor, odadaki diğer mobilyalardan sekiyor, sararmış tavana çarpıyor ve kışın kokusunun içeriye daldığı pencereden dışarı çıkmadan hemen önce bir kurşun olarak giriyor babamın beynine.
belki de hatıranızın bir yararı yok diyorum kendi kendime. niye eziyet ediyorum ki bu iki insana? niye eziyet ediyorum ki kendime...
insanın anılarını öldürmesi katil olması demekse o zaman katil olacağım bu akşam şu demirden yatakta, yattığım yerde.
şimdi babamın başı masanın üzerinde hareketsiz. kırık cam fanusun içinde annem yerde.
sahne yavaş yavaş kayboluyor.
belki yarın giderim onların cenazesine.
izin verirlerse tabi.
yetimhaneden dışarı çıkmak pek mümkün değil biliyor musunuz? anca bahçeye...
devamını gör...
bilinçli

olur da okuyorsanız bu yazıyı biliniz ki ilerleyen satırlar fazlasıyla iyi çıkmışlar ve yazı kendi kendini paylaşmıştır.
var böyle yazılar. kendi başına buyruk hareket eden. geçenlerde bir tanesine denk geldim. dedim ki senin gibi bir yazı nasıl olur da böyle paylaşılır ve herkes tarafından görülür.
o da dedi ki ben kendi kendimi paylaştım.
durdurulacak bir şey değil.
nasıl başardın bunu dedim.
şöyle oluyor efendim dedi. bazen yazar kendi farkına varmaz ne yazdığının yazının sonunda öyle bir yoğun duyguyla karşılaşır ki yazının muhteviyatından dolayı. dayanamaz ve eli gider işte. bu yazının kuvvetidir. yazarın herhangi bir iradesi bulunmamaktadır.
dedim böyle saçma şey mi olur. o sırada bir sigara yaktım ve düşünmeye başladım. odamın beyaz seramiklerinin üzerindeki tozlar hafif havalandı dumanı üflememle birlikte. bunu gören perdeler hafif kımıldandı.
eh tabii ki de olur dedi. biz yazarı kandırma özelliğine sahibiz dedi.
yazar sizi yazarken kendini kandırıyor olmasın dedim. o sırada oturduğum koltuktan kalkmış konuşan yazıyla arama biraz mesafe koymaya çalışıyordum.
hayır benden kaçamazsın dedi yazı.
artık konuşmaya başladık bir yere gitmek yok!
oysa gitmeye niyetli değildim. sadece fazla rahatsız olmuş bacaklarımın karıncalaştığını beynimin uyuştuğunu hissetmiştim.
peki hadi senin dediğin gibi olsun dedim. masamın yanında duran ikili yeşil kanepeye otururken. çok severdim bu koltuğu. ne zaman otursam kafam parıldar ve düşünceler kendi hallerinde dolanırdı odada.
bir an bir sessizlik oldu. herhalde yazı artık benimle konuşmayı kesti diye düşünürken masanın üzerinde yazının bulunduğu açık kitap birden kapandı. ve sanki görünmeyen bir kuvvet tarafından yere itildi.
seramiğin üzerine düşerken kitabın çıkardığı ses neredeyse mobilyasız odamın duvarlarında yankılandı.
eğilip aldım kitabı.
demin açık duran sayfayı tekrar açtım.
eh dedi yazı. sen de beni özledin herhalde! ve yazının içindeki cümlelerin içindeki kelimelerin içindeki harfler bir bir havalanmaya başladılar.
muhteşem bir görüntüydü. odanın tavanının ortasından sarkan lambanın etrafına doğru çıktı her bir harf giderek genişleyen bir bulut halinde.
sence de bizim kendi başımıza bir duruşumuz yok mu dedi?
bir an için üzüldüm ve üzüldüğümün öyle bir ayırdına vardım ki.
her şey gibi harfler de var olmaya çalışıyordu. evet biz yaratmıştık onları ama işte bir kere var olduktan sonra varlıklarına devam etmek istiyorlardı.
harfleri kelimeleri cümleleri ve bunların babası düşünceleri paylaşmamak da ne demekti?
her yazı paylaşılmalıydı.
ve eğer siz de bu cümleyi okuyorsanız bilin ki tavandaki lamba söndü, harfler beyaz seramiğimim üzerine düştü.
devamını gör...
bırak gideyim dedi kadın.
bırak! kollarımdan, saçımdan kokunu al ve git dedi adam.
ben gidemiyorum diye rüyalarıma girme haddini kim veriyor sana? diye haykırdı kadın da perdeler kımıldamadı.
kimsin sen? bu katil benim tüm umudumu toprağın altına gömen.
toprak yine yeşerecek görmüyor musun dedi adam
kadın gerçekten de görmüyordu.
duymuyordu.
olmaması yerde kalanların zerafetli acısında debeleniyordu.
kapı oradaydı.
kapıdan kadın geçmesi gerekirken, çıktı gitti adam.
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"yazarların yazdığı hikayeler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim