mazot

gri renkli eski bir tüplü seiko televizyonda castrol reklamı oynuyordu. yaşlı kadın kendini zar zor mindere bırakıp bastonuyla torununu dürttü.
“ kapat şu meredi, içerisi mazot kokusuyla dolacak şimdi.”
devamını gör...
ölüm meleğinin istifası

kuşunun mezarı başında ağlayan hüzünlü çocuk bir çam ağacının arkasında kayıtsız bakışlarla onu izleyen ölüm meleğini gördü. bunca zaman ona dostluk eden minik kuşun canını alan bu boynuzlu, kara cüppeli yaratık kadar korkutucu bir şey görmemişti şimdiye kadar. duruşunu bozmadan ona bakmaya devam etti. ölüm meleği görüldüğünü anlayınca iğnelerinde yağmur damlaları birikmiş çamın arkasına daha çok sığındı. görünmek alışkın olduğu birşey değildi. beşeri duyguların en ızdırap verici olanı utanç ilk kez ruhunda geziniyordu. "bu mahluklar nasıl yaşıyorlar böyle bir duyguyla?" diye düşündü. zangır zangır titreyince ona kıyamet günü kendi canını alacakken bahşedilecek olan korku utançla cebelleşen ruhunu ele geçirdi. bir an kıyametin kopacağını ve tanrının kendi ruhunu söküp çıkarmak için emir vereceğini sandı. cehennem zemherisi kadar soğuk bir yel cüppesinin altında gezinirken çocuk doğrulup ona doğru yalpaladı.
"neden öldürdün kuşumu?"
çocuğun tavrı bir sorgu meleğininki kadar kararlıydı ancak ayakta duracak hali yoktu. ölüm meleği neden beşeri duygular hissettiğinin şaşkınlığını yaşıyordu ve şaşkınlığın da aslında ilk kez benliğine uğradığını fark etti. ona bir gün kendi canını da alması gerektiği söylendiğinde bile şaşırmamıştı.
"onu çok seviyordum, neden yaptın bunu."
ölüm meleği onu duyup duymayacağını bilmediği için tereddüt etti. zaten ne diyeceğini bilmiyordu. insanların pek sevdiği biri değildi.
"hepimiz öleceğiz." dedi. çocuk sorduğu soruyu unutmuştu bile. meleğin sesini duyunca irkildi. cevap ikisini de memnun etmemişti.
"herkesi aynı gün öldüremez misin?"
"buna kendim karar vermiyorum."
çocuk inanmamış gibi bakıyordu. melek konuşmaya devam etti.
"ayrıca bugüne kadar kimseyi öldürmedim."
çocuk şaşırmıştı. kafasını kuşunun mezarına çevirdi.
"kuşum neden pat diye düştü o zaman."
yine ağlamak üzereydi.
"kalbi durmuştur belki." dedi melek. çocuğun bir daha ağlamasını istemiyordu.
"babam yaşlandığı için ölmüştür dedi. hepimiz yaşlanınca ölecekmişiz."
"bu doğru. ama bazılarınız yaşlanmadan ölür."
"biliyorum. kuşum ölecek kadar yaşlanmamıştı daha. amcam onu getirdiğinde babaannem yaşıyordu ve o şimdi öldü ama babaabem hala yaşıyor." dedi çocuk tekrar meleğe bakarken.
"babaanneni seviyor musun?" dedi melek.
"onu da mı öldüreceksin."
"ben kimseyi öldürmem."
"kuşumdan sonraki en iyi arkadaşım babannem." dedi çocuk. yine gözleri dolmuştu.
"o halde babaanemle benim canımı aynı anda al."
"buna ben karar veremem dedim ya."
melek insanların onu hiç sevmediğini düşündü. çocuğun onu sevmesini istedi. saçlarını yağmur yanaklarını gözyaşları ıslatmıştı. merhamet etmek istedi.
"bir daha kimsenin canını alma o zaman"
"bu mümkün değil." dedi melek. dudakları gerildi, burnundan hızla nefes verdi. ilk kez gülüyordu.
"aslında ben de kimsenin ölmesini istemem." dedi sonra. neyi isteyip istemediğini bilmiyordu oysa. tek bildiği şey kaderde ne yazıldıysa onun muhakkak olacağıydı.
"istifa et o zaman. amcam her sabah kalkıp şehre gitmeyi istemediği için işinden istifa etti." deedi çocuk safça. melek bir kez daha havanın hızla burnundan ve ağzından çıktığını hissetti. bu sefer kahkaha atıyordu. onu kandırabileceğini düşündü çünkü çocuk bir melekten daha temizdi.
"istifa edersem kimse ölmez." dedi kahkahasını bastırabildiğinde.
"ne güzel işte. kuşumu geri getirmez belki ama babaannem hep yanımda kalır." dedi masum bir tebessümle.
"kimse ölmezse birkaç yıla açlıktan kıvranırsınız."
"amcamın deposu buğday dolu."
"bir depo buğday sekiz milyar insana yetmez."
"bizim köyümüzde sadece üç yüz kişi var."
"ne kadar bencilmişsin." dedi melek ona bakan masum ifadenin altındaki bencil varlığı farkedince şaşırmıştı.
"baharda dişçi çingeneler ve saman öğütmeye gelen batozcular gelir köyümüze onlar dışında kimseyi görmem." diye ssitem etti çocuk.
"görmediğin insanların ölümü seni üzmüyor mu yani?"
"bir de şeker satan tablacılar bir de hurdacılar bir de dilenciler ..."
"bunları katarsak işin içinden çıkamayız. öğrenilince herkes köyünüze gelir."
"buğday zamanında biçerciler de gelir."
"üzgünüm, istifa edemem." dedi melek bezgince. bunun çocuğu daha da hırslandıracağını biliyordu.
"neden?" diye sordu çocuk hüzünlü bir merakla.
" dün dizleri donmuş yaşlı bir adamın canını aldım. yatağında acılar içinde kıvranıyordu. ailesi acısı son buldu diye ölümüne sevindiler. eğer ölmezseniz yaşlanıp acılar içinde kıvranırsınız."
çocuk dalmış düşünüyordu. melek onu köşeye sıkıştırdığını düşünüp sevindi.
"yaşlanıp acı çekene kadar bekle o zaman." dedi sonra bulduğu parlak fikrin heyecanıyla.
"buna vaktim yok."
"sadece bizim köyümüz için yap o zaman."
"ben köyünüzdekilerin canını almayayım o halde. ama acı çekenleri sen öldür."
"ben kimseyi öldürmem. öldürmek kötüdür. herkes kuşumun ölmesini istiyordu."
"neden?"
"çünkü sürekli onunla konuşuyordum. kuşumla konuşmaktan yemek yiyemediğim için kısa kalacağımı söylüyordu."
"evet biraz geveze birisin."
"amcam da öyle diyor. ama kuşumun ölmesini hiç istemiyordu. duyunca üzülecek."
çocuk yine ağlayacak gibiydi. rüzgar ıslak saçlarına çarpınca ürperiyordu. hava nereyse kararacaktı birazdan amcasının geleceğini düşündü. iki yıl önce elinde kafesle içeri girdiğini hatırladı cik cik öten kuş yağmurdan ıslanmıştı. amcası kafesi çeketiyle örtmüştü yol boyunca.
"aslında kimseyi öldürmüş olmaycaksın. acılarına son vereceksin işte." dedi çok sonra melek. gözleri dolan çocuk yine dalıp gitmişti.
"amcamın buğday deposunda fare zehri var." dedi suç ortağına fısıldar gibi.
"bu insanlara acı çektirmez mi?"
"babaannem amcam taşınıp şehre giderse bir avuç içip kendini öldüreceğini söylemişti. canı da yanmazmış kendini asan öğretmeninki gibi. ip boynunu kırmış."
"anlaştık o halde."
"amcamdan bana bir kedi almasını isteyeceğim."
"neden kedi, kuşları sevmiyor musun?"
"seviyorum ama kuşlar fare yemez."
"çok bencilsin. kuşundan ne farkı var farelerin?"
"herşeyi yiyiyor fareler. amcamın buğday çuvallarını delip yere döküyorlar. fare zehrini bile yiyiyorlar."
"ben ayrımcılık yapmadım hiç."
"zehri bitirirlerse acı çekenleri öldüremem."
"işinin erbabıymışsın."
"ayrıca fareler aptal."
"insanlar da öyle." dedi melek.
çoktan arkasını dönüp gitmişti. çocuk arkasından bakıyordu. birgün artık ayakları tutmayan yaşlı bir kadın olup içine fare zehri döktüğü un çorbasını afiyetle yerken karşısında beliren ölüm meleğini gördüğünde anlaşmalarının külliyen bir yalan olduğunu anlayacaktı.
mayıs 2023
devamını gör...
yaşlı adamın dizleri dondu

gri saçlı adam babasının o gün öleceğini biliyordu. pırıl pırıl bir bahar günüydü ve ölümü hem kendisi hem de ailesi için bir lütuf olan yaşlı adamın böyle bir günde öleceğine emindi. güneş elinde sarı bir tüyle dünyayı gıdıklıyordu. nesneler bu tatlı ışığın altında hafiflemişti. her an havalanıp etrafa dağılacakmış gibi duruyorlardı.
yaşlı adam bundan on üç ay önce havanın insan kemiklerini dondurduğu bir şubat akşamında derin konuların konuşulup insanın damağına yapışan koyu kahvelerin içildiği köy odasından eve dönerken bir anda yere yığılmış ve o günden beri bir daha ayağa kalkamamıştı. gri saçlı adam ailesiyle beraber akşam yemeği için kurulmuş sofranın başında beklerken kapıya yığılıveren babasını görünce o an yıllardır korktuğu ve bir gün başına geleceğine emin olduğu şeyin sonunda gelip kendisini bulduğunu anlamıştı, onu nelerin beklediğini korkulu bir rüyayı anımsar gibi gözlerinin önüne getirebiliyordu. ne kadar bekliyor olsa da o an geldiğinde tüm bedenini sarsan bir dehşete kapılmadan da kendini edememişti. karısı, annesi ve çocukları yaşlı adamı zar zor kaldırıp yatağına taşırken gri saçlı adam bir düşünce hali içerisindeydi. o sırada yatağına uzanınca biraz kendine gelen yaşlı adam oğlunun tahminini doğrulayan şu sözleri söylemişti:
"bu hava da ne böyle? dizlerim dondu."
gelini hemen sobayı yakmış, torunları da dedelerinin dizlerine masaj yapmaya başlamıştı. yaşlı adamın karısı da tıpkı gri saçlı adam gibi bir düşünce hali içeisine girmişti o an. kendisini nelerin beklediğini kestirebiliyordu. eğer yaşlı adam yataklara düşerse en büyük sorumluluk ona kalacaktı. oğlu gibi kendisi de uzun bir süredir böyle bir korkuyla yaşıyordu. ayağa kalkmak için iki kişinin yardımına ihtiyaç duyan, oturmak için eğilip yere tutunan kocasının önünde böyle bir sınavın olduğu belliydi. onu yatakların içinde aylar sürecek bir mahkumiyet bekliyordu. yaşlı adam o soğuk şubat akşamı son kez yürümüştü.
yaşlı adamın karısı, ayağa kalkacağına dair henüz umudu olduğu günlerde odun sobasında ısıttığı suları torbalara koyup buz tutmuş dizleri çozülsün diye kocasının dizlerine koyar ve üzerini kendi yaptığı ağır yün yorganla örterdi. kendisi, kocasının bir gün tekrar evdeki son zamanlar büyük oğluna geçmeye yüz tutmuş hükümdarlığını tekrar eline alacağına dair olan umudunu uzun bir süre diri tutmuştu. yaşlı adamsa ayaklarında derman kalmamışçasına yere yığılıverdiği an tıpkı ayaklarındaki güç gibi bir gün tekrar ayağa kalkacağını ve bir reis gibi evini yöneteceğine dair inancını tamamen kaybetmişti. aylarca karısının, gri saçlı adamın, gelininin ve torunlarının teşvikine rağmen bir kez olsun ayağa kalkıp yürümeyi denememişti. eve doktorlar çağrılmış, civarın en bilinen kırıkçıları getirilmiş; karısı sorup soruşturup tarifler yaptığı denenip kanıtlandığı söylenen koca karı ilaçlarını dizlerine sürüp bezlerle bağlamış, böyle şeylere pek kanaat etmese de gri saçlı adam muskalar yapıtırıp bsının yattığı odanın her tarafına asmıştı ancak yaşlı adamın dertop edip karnına çektiği dizleri bir daha çözülmemişti.
yaşlı adam bu atalet halini bir türlü aşamadığı için o kış boyunca yatağının yanındaki pencereden gördüğü karamsar manzara dışında hiçbir şey görmemiş; karısının ağzına koyduğu yemeği çiğnemek, kolları uyuşunca sırt üstü; beli uyuşunca da yana dönmek dışında neredeyse hiç hareket etmemişti. hareketsiz kaldıkça hareket yetisini daha çok kaybediyordu. düşüşünün ilk günlerinde elini yaşlı kadının ağzına getirdiği kaşığa atar, yemeğini kendi yemek isterdi. bir tas un çorbasını yarılayamadan titreyen ellerinin salladığı kaşıktan dökülen çorba gögsüne konan bezi doldururdu. çok geçmeden yaşlı adam bu son gayretleri de bırakmış ve yün yorganın altında aylar geçirmişti. sırtında ve kalçalarında bası yaraları açılmış ve neredeyse bütün eklemleri hareket yetisini kaybetmişti.
ev halkı yaşlı adamın mum gibi eriyip gidişine sadece tanıklık edebiliyordu çünkü ayaklanacağına dair hiç umudu olmayan yaşlı adamın bu haline yapabilecekleri hiçbir şey yoktu. kişisel bakımını- çoğunu yaşlı kadın üstlenmiş olsa da -yapıyor ve ellerinde oturup beklemekten başka birşey gelmiyordu. dillendirmeseler de hepsi eriyip giden bu kaskatı bedene takılıp kalmış ruhunun bir gün sonunda pes edip gideceği günü iple çekiyordu ancak kimse yün yorganın altında pis kokular içinde tıpkı herkes gibi o huzur anını bekleyen yaşlı adama bu karamsar duygularını açmıyordu. eve aylarca içerde bir cenaze varmışçasına buruk ama kaybolmayan monoton bir hüzün hakim oldu. ev halkı ne zaman geleceği bilinmeyen ama geleceği kesin olan bir taziyeyi bekledi aylarca.
ne kadar belli etmeseler de yaşlı adam, içinde olduğu durumun farkındaydı ve onun iyileşme ihtimallerini ortadan kaldıran kabullenmişlik halinin sebebi de buydu aslında; iyileşeceğine dair ufak bir umudu bile yoktu. artık ayağa kalkarken tutunacak birşey aradığında, otururken önce elleriyle yere tutunduğunda, yağmur yağınca korktuğunda önünde vermesi gereken böyle bir sınavın olduğunu biliyordu. işte o gün geldiğinde yaşlı adam hiç çaba gösterme gereği duymadan herşeyin olacağına varmasını beklemişti.

bitmek bilmez kış gecelerinde yaşlı adam, acılar içinde kıvranır sabahlara kadar kemikleri kırılıyormuşçasına inlerdi. karısı ilk zamanlar kocası için çok üzülür, uykusunu bir kenara bırakır, karanlığın içinde dokununca insanın içini ürperten bir deri bir kemik kalmış dizlerini bulup masaj yapardı. bu merhamet duygusunu ve bir gün kocasının tekrar ayağa kalkıp hükümdarlığını devam ettireceğine dair umudunu uzun bir süre koruyabilmişti ama kocasının iyileşme adına bir arpa boyu yol katetmemesi ve üzerindeki sorumluluğun günden güne artması bu masumane duyguları silmiş ve yerine nefreti koymuştu.
ömrü boyunca kocasına ettiği kölelik boyutuna varmış hizmetleri hatırladıkça yaşlı kadın yaşadığı bu zor durumun teksorumlusu olarak kocasını göörüyordu. onca emeğine karşın bir kez olsun memnuniyet duymayan adamın bunları sonuna kadar hakettiğini ve daha da büyük acılar çekeceğini düşünüyor ama kurunun yanında yaşın da yanaağını bildiği için ne tür bir duygu içinde olduğunu kestiremiyor, bazen nasıl bir tavır takınacağını bilemiyordu.
" yandığı kadar ben de yanacağım onunla." diyordu içinde küçük tuvaletinin bulunduğu su şişelerini helaya dökmek için sıcak yatağından her kalktığında. "huzurlu bir ölüm kadar allah'ın verebileceği daha güzel bir lütuf yok." diye söylenmeye devam ediyordu buz gibi kış gecesinde iki eliyle idrar dolu sıcak şişeyi tutarken. "her seferinde nasıl doldurabiliyor bunu anlayamıyorum." ancak şişeyi boşaltıp ana rahmi kadar güzel yatağına döndüğünde az evvelki köpürme halinden eser kalmıyordu. kocasının bitmeyen istekleri onu ne kadar kızdırsa da biraz durup düşündüğünde söylediği boğazdan yukarı, yürekten olmayan, sözlerden dolayı pişman oluyor, tövbe edip onun için dua ediyordu. yaşlı adam uzandığı yerden canı sızlayan dizlerinde atarken kör karanlıkta karısının gözlerini ve yüreğinin yansıması olan yüzünü görmese de sözlerinin onun için kerçekten hissedip söylediği şeyler olmadığını biliyordu. yaşlı kadının hisettiği duygular bıçak gibi keskin ve kararlı değil, uçları yuvarlatılmış bir sopanın dokunuşu gibi yumuşak ve iki taraflıydı. tıpkı ilk zamanlar kocası için duyduğu acıma, merhamet ve büyük umutların yavaş yavaş nefrete dönüşmesi gibi duygular sürekli şekil değiştiridi ancak yine de onun kadın ruhuna işlemiş, kocasına karşı hizmet etme zorunluluğunu duyumsaması hiçbir zaman değişmemişti.
kocasının bu on üç aylık mahkumiyeti boyunca tutarsız tavırlarına sebebiyet veren bu ambivalenz duygular içinde yaşlı kadın en az kocası kadar acı çekmişti ve tıpkı gri saçlı adam gibi o ilk bahar sabahı odasını canlı bir nesne gibi dolduran sarı ışığın içinde artık bir bebek mezarına sığacak kadar küçülmüş bedene baktığında beklediği huzur anının çok da uzak olmadığını anlamıştı.
babası üzerinde yün yorganla yere yapışmış yer yatağının içinde büyük acılar çekmişti ancak o güzel ilkbahar günü elinde gümüş tütün tabakasıyla cıvıldayan kuşları dinlerken sardığı sigarasını içtiğinde beklediği günün geldiğini anlamış ve kapının eşiğinde duran karısı fısıldarcasına başı ipleri bırakılmış bir kukla gibi yana devrilen babasının sonunda o huzur anına kavuştuğunu haber verdiğinde gri saçlı adam bir an gerçekten de her şeyin havalanıp etrafa dağılacağını sanmıştı.
2021
devamını gör...
karakterin kendi iç dünyasındaki çatışmayı anlatan bir hikaye, ilk kez bu tarz bir şey yazıyorum, hikayeden çok bir senaryo gibi yazdım aslında ama ayrı başlık açmak istemedim.

.....
karakter a4 kağıdına kendi iç dünyasını yazıyor
aşkı bana sevdiren kadınla, aşktan nefret etmemi sağlayan kadın aynı kadındı. buna ben mi sebep oldum diye günlerce düşündüm, saatlerce ağladım. gözyaşlarım kuruyup bittiğinde anladım, o haklıydı. en başından beri ben suçluydum, onu severek en büyük suçu işlemiştim.
karakter anlık duraksar ve masasından kalkar.
+hayır hayır, suçlu olan ben olamam.
bu sözden sonra karakter kağıdı bir hışımla buruşturup yere fırlatır
ardından ayağa kalkıp, odada hızlı adımlarla gezinmeye ve kendi kendine konuşmaya başlar
+(kendisini suçlar bir ses tonunda)sevmek suç olmamalı,öyle değil mi?
karakter aynada kendisini görür ve yaklaşır
+(sinirli bir şekilde) susmasana, konuş benimle!
+sevmek suç değil de, suçlu olan sen değilsin de.
karakter aynaya yumruk atar ve eli kesilir
ardından üzgün ve hayal kırıklığına uğramış bir durumda yatağına doğru yavaş adımlarla ilerler ve oturur.
önce yavaşça süzülür göz yaşları, ardından hızlanarak sel olur.
ardından yere akan kan damlalarına takılır gözleri, hemen ardındansa kırık cam parçalarına
daha sonra cam parçalarından birini alıp bileklerine götürür
tam bu sırada kapı zili çalar

dediğim gibi bu tarzdaki ilk denemem, bu yüzden iyi / kötü yorumlarınızı bekliyorum.
devamını gör...
buradan biri çalarsa ve para kazanırsa ne yapacaksınız acaba? kendinize güveniyorsanız ve profesyonel bir düşünceniz varsa hiç yazmayın bence.
devamını gör...
unutulan yarınlar

i
altın saydam değildir. gökten yere ininceye kadar kristalleşen mermiler toprağa saplanırken, bir cam fanusun içine sığınmanın dertlere karşı yeteceğini iddia eden herkes bunu söyleyecektir. ağız birliği etmeyi kimin icat ettiği bilinmez. yine de martıların çığlığıyla anılmak isteyen adam, kendisine böyle denmesinden hoşlanıyordu, bu şaman adetinin mucidi olduğunu yedi cihana duyurmaya bayılıyordu. ki, ona inanıyorlardı da.

ii
sabahın erken saatleriydi. ya da gökyüzünün, günün hangi vaktinde olduklarını ele vermeyeceği kadar dibe battıkları bir zaman dilimindelerdi. adam diyordu, en aşağı çukura düşecekseniz tırnaklarınızın arasını pisletmenizin bir anlamı yoktur. korunmaya çalışmak, ölümün gözlerinin içine bakmanın yanında büyük bir rezalettir. o, herkese, hep böyle öğüt verirdi.

iii
oysa, önceden tüm günler bugüne benzemezdi. sokaklarda boğularak ölmek, yılan zehirlerinin damarlarında cirit attığı insan popülasyonlarına evrilmemizden önce hayatımızın bir parçası değildi. o günlerde martılar ölmeden önce çığlık atmazlardı.

adam illa ki dizlerinin üzerine çökecekti, bunu biliyordu. ama o bu vakti seçmemişti. kolunu havaya kaldırdı, bileğini saran saate baktı. ölüm saati onu tatmin etmişti, onaylayan bir ifadeyle başını salladı ve gıkını bile çıkarmadı. öylece ölüvermiş, cesedi yere devrilmeye bile gerek duymamıştı.

iv
fildişinden kulelerin yıkıldığı günlerde yerin altında bir takım toplu mezarlar gün yüzüne çıkacaktır. altın varaklı kefene sarılı adam, gözlerinden yaşlar akarak size yalvaracaktır: müteşekkir ol yalanlarına.
devamını gör...
gözlerini açtığı anda karşısında gördüğü ilk kişi o adamdı. ne adam gözlerini kızdan alabiliyordu, ne de kız adamdan. adam kızdan neredeyse 30 yaş büyük olmasına rağmen sanki birbirleri için yaratılmışlardı.

kızın doğumundan daha bir kaç ay geçmişti yinede adam kızı öyle seviyordu ki herkes hayret ediyordu adama. adam gözünden bile sakınıyordu kızı. belki bunu belli edemiyordu hareketleriyle ancak kimse de bilmiyordu adamın yüreğinde yanan o deli kor ateşi. günler, aylar hatta yıllar geçti adamın sevgisi hiç azalmadı. kız da öğrendi sevgiyi. kız büyüdükçe birbirlerine olan sevgileride arttı. etten ayrılmayan tırnak, ağaçtan düşmeyen yaprak misali. nasıl olmuştuda aralarındaki bu yaş farkına rağmen birbirlerini sevmişlerdi. bir gün olsun ayrılmamış kavga etmemişlerdi. sanki ikisininde ismi birbirlerinin kalplerinde kazılıydı ve bir ırmaktı onların sevgileri gönüllerine akan, kimsenin görmediği. günler hep böyle geçti birbirlerine özlemlerini, sevgilerini dile getirmeden yürekten yüreğe anlatarak, göz göze bakışarak. taki kız 19 yaşına gelene ka- dar.

kız aşkı, sevgiyi onda görmüş ebediyete kadar onu sevmeye söz vermişti. kız 19 yaşına gelene kadar adam da günden güne eridi. bunu belli bile etmedi. ve sadece ikisinin yüreğinde yaşanan, kimsenin bilmediği bu saf ve masum aşk son buldu. acı olansa ondan ayrılmak ya da onun ölümünü kabullenmek değildi. çünkü biliyordu ki ölse bile gökyüzünden onu seyredecek ve onu daima koruyacaktı. adam kız için artık bir yıldızdı seyredeceği fakat ulaşamıyacağı.

ve ayrılık vakti gelip adam toprağa verildiğinde kız kendine esas acı veren, yıllardır yüreğinde saklayıp adamın yüzüne söyleyemediği şeyi sonunda söyledi.
"seni seviyorum baba"
devamını gör...
"rıhtım jurnali"
günümüzde bulunan,
1940'da başlayan bir günlük.
birbirine paralel giden,
iki farklı zamanda ilerleyen
iki hikaye...okumak için :https://media.normalsozluk.com/up/2023/04/06/rg4tjcykgzhunt9e.jpg
devamını gör...
benim çocukluktan beri hayallerim içersinde bulunan hikaye yazma .arada ozellikle geceleri zihnimde beliren kağıt kaleme kısmen döktüğüm,guzel hikayeler bir kuple döktureyim.
izmir'de küçük bir kasabada yasayan ailenin iki çocuğu vardı. çocuklardan ablası ela ve küçüğü ahmet ,ahmet arkadaşlari ile hergün oyun oynar bayilana kadar eve girmezdi.
bir cumartesi günü ahmet yine oyun oynamak için dışarı çıkar,ahmet 8 yaşlarında çok tatli bir çocuktur ogün ahmet oyun oynamayı bir yana bırak;arkadaşlari ile konuşmadan eve geri koştu. annesine seslendi annesi nesibe hanim okadar şasirdi ki,eve zor soktuğu çocuk eve girdi ve ben uyuyacam dedi .babaanne hatice hanim çocuğun bu durumunu hić normal karşılamadı hemen nesibeyi yanina çağırdı, kızım gel bugün sana anlatmam gerekenler olacak .ahmet odasinda yatağında öylesine ona neler olduğunu çözümlemeye çalışırken, babaannesi ahmet ile ilgili olacakları bir bir anlatmaya başlar. ..
devamı artık geldikçe ..
devamını gör...
alçı

mersin'de ki bir tatil kasabasındaydım. denize girmek ve o müthiş deniz manzarasıyla beraber günbatımını fotoğraflamak için sahile gitmiştim. sahile gittiğimde denize girmekten vazgeçip sadece iskelede oturup ayaklarımı suya sokmakla yetindim. bir çocuk grubu arka taraftan şen şakrak sesleriyle sahile geldi. çocuklar arasında en çok dikkatimi çeken çocuk sarışın, ufak tefek, biraz da cılızdı. sol kolu alçılıydı. 8 - 9 yaşlarında olmalıydı. diğer çocuklar denize girdiğinde o sadece kumların üzerine oturup onları izledi. haline biraz üzüldüm. onu yanıma çağırdım. koşarak geldi. iskelede yan yana oturduk. o da bana özenip ayaklarını suya soktu. ona çektiğim bazı fotoğrafları gösterdim. çok hoşuna gitmişti. fotoğrafçı olmak istediğini öğrendim. burda olduğum müddetçe ona fotoğrafçılıkla âlâkalı bazı şeyler öpretebileceğimi söylediğimde çok sevinmişti. gün batmaya başladığında günbatımının bir kaç fotoğrafını çektim. sonra kalktım. diğer çocuklar da denizden çıkmışlardı. kasabaya beraber gitmeyi teklif ettim kabul ettiler. yol boyunca neşeli kahkahalarla sohbet ettik. ben çocukları, çocuklar da beni sevmişti. kasabaya vardığınızda hava kararıyordu. yarın çocuklarla buluşup sahile gidecektik. sahildeki bir koydan bahsetmişlerdi bana. yarını iple çekiyordum... sabah erkenden uyandım. kahvaltı bile yapmadan dışarı çıktım. çocuklar bahçe kapısının önünde toplanmışlardı. dün konuştuğum sarışın çocuk aralarında yoktu. çocuğun adı arda'ymış. evini öğrenip evine gittim. kapıyı yaşlı bir teyze açtı. nenesiymiş, konuştuk. ama arda'nın neden gelmediğini öğrenemedim. arda olmadan koya gittik. bir sürü fotoğraf çekmiştim çocuklarla. hayatım boyunca çektiğim belki de en güzel fotoğraflar bunlardı. akşamüzeri çocuklar denize girdiklerinde ben gene iskeledeydim. bir el omzuna dokundu. arkama baktığımda arda'yı gördüm. gelmişti. ama bizimle koya neden gelmediğini merak ediyordum. sormadım. sadece beraber iskelede oturup gün atımını izledik. diğer çocuklar denizden çıkıyorlardı. bizde iskeleden kalkıp yanlarına gittik. arda en öndeydi. hepinizden hızlı yürüyordu. arkada kalınca sinan'a sordum:
"arda'nın kolu ne zaman iyileşecek biliyor musun?"
sinan fısıltıyla cevap verdi:
"aslında kolu iyi."
şaşırmıştım:
"nasıl yani?! peki ya kolundaki alçı niye var?"
sinan durdu ve fısıltıyla sordu:
"sır tutabilir misin?"
meraklanmıştım:
"evet!"
sinan diğerlerinin gittiğine emin olunca derin bir nefes aldı ve anlatmaya başladı:
"dediğim gibi, aslında şuan arda'nın kolu gayet iyi. denize girmemesini sebebi ve koya gelmemesini sebebi alçı. herşey geçen sene oldu. arda'nın babası sandalcıydı. sandalcı mustafa derlerdi. eskiden sandalı hep iskeleye bağlardı ama geçen sene koya bağlamaya başlamıştı. koyun daha güvenli olduğunu düşünüyordu. geçen sene arda ve annesi hep koya giderlerdi. arda sürekli babasının yanında olmak isterlerdi diye. birgün bir fırtına olmuş. mustafa ağabey de sandalını koya bağlamak istediği için sandala binmiş. arda ve annesi koydalarmış. mustafa ağabeyi bekliyorlarmış. o zamanlarda da arda'nın kolu alçılıydı. top oynarken düşmüş ve kolunu kırmıştı. babası da o üzülmesin diye imzasını atmıştı alçıya. annesi de en güzel yazısıyla 'geçmiş olsun' yazmıştı. bizde resim çizip yazı yazmıştık. mustafa ağabey fırtınaya karşı koyamadığı için sandal alabora olmuş. çok iyi yüzme bilmesine rağmen sulara karşı gelememiş. arda'nın annesi de mustafa ağabey gelmeyince koydan dışarı çıkmış. alabora olan sandalı görünce inanamamış. fırtına daha da artmadan kasabalılar arda'yla annesini koydan çıkartmışlar. arda'nın annesi o fırtınada ıslandığından hastalanmış. hastalığı ağır olduğundan kurtulamamış. arda da kolundaki alçıyı işte bu yüzden çıkarmıyor..."
sinan son cümleyi söylediğinde sesi titremişti. sonra da yanımdan ayrıldı. hava kararmaya başlıyordu. bense sahilde kala kalmıştım. göz yaşlarına hakim olamıyordum. demek pek kıymetli görünmeyen bir alçının bile hikâyesi olabiliyordu...
devamını gör...
bir varmış bir yokmuş...
bu çağda yaşamak istemeyen bir kızçe varmış.
yek olduğundan tekmiş..
bir halta yaradığından değil yani.
bağımlı olduğu şeyler varmış bir türlü bırakamadığı..
bozuk bir sağlığı, nefret ettiği bir kalbi varmış.
kalbinin tamamen saf olduğunu söyleyemezmiş lakin kalbi sevdiklerine hep aydınlıkmış..
sıkılmış defalarca, gitmek istemiş.
yapamamış..
ama bir gün gittiğinde geri dönüşü olmayacağının da bilincindeymiş.
sadece bekliyormuş.
yarım kalmaktan nefret ediyormuş..
artık kimseye güvenmek istemiyormuş.
bazı gecelerde gebermeyi çok istiyormuş..
duygusallığı onu öldürüyormuş.
yalanlardan nefret ediyormuş.
bir gün başardığında iyiliğini kaybedecek olmaktan korkuyormuş...
artık her şeyden korkuyormuş.
ağlamak rahatlatmıyormuş..
bu hikayenin sonu yokmuş...
devamını gör...
anonim platformlarda anlatılan hayat hikayesi, başarı hikayelerinin %90 gibi civarı zaten kafadan atılan hikayelerdir.
devamını gör...
(bkz: anlat anlat sen seversin yalanı)
devamını gör...
merhaba balım dediklerim...
yeni bir hikaye ile karşınızdayım.
sakın bana gelip iyi ama nida diğer hikayenin devamı gelmedi bile demeyin...
o daha bitmiş bir hikaye değil.

ve evet bu anlatacağım hikayede öyle.

sadece benim ismim dışında hikayede geçen herkesin ismini değiştireceğim.
ama hepsine hayvan isimleri vereceğim.
sevdiğim hayvanların isimlerini..
çünkü neden olmasın.
hayal gücümü kısıtlamayın lütfen...
tatlı bir çocuk hikayesiymiş gibi okuyun.

baş karakterimiz nida bir gün bir kuzgunla tanışıyor. bir müddet sonra nida bu denişik kuzguna bir şeyler hissetmeye başlıyor.
denişik olmasına aldırmıyor. çünkü kendisi denişikliğin dik âlâsı...

gel zaman git zaman nida bu denişikliğin öylesine bir denişiklik olmadığı kanaatine varıyor.
kuzgunu göz hapsine alıp sessiz bir şekilde izliyor.
günün birinde bir tilki yolunu kesip nidanın ağzından kuzgunla ilgili bilgiler almaya çalışıyor.
tilki her zaman ki tilki...
olabildiğince kurnaz ve zeki bir tilki.
nidaya kafasında oturtamadığı şeyler için küçük ipuçları bırakıyor.
oyun oynamak nidanın hoşuna gitmeye başladığında sesini çıkartmamaya karar veriyor.

aslında tilki ile kuzgunu birbirine çok benzetiyor.
benzetiyor benzetmesine ama aralarında ki bu husumetin nedenini bir türlü anlayamıyor.
en garibi ise bu ikiliyi hiçbir zaman yan yana göremiyormuş nida.
hep farklı anlarda tek tek çıkıyorlarmış karşısına.

bir gün tilkiyi tek gördüğü bir anda durdurup akşam masallara konu olacak güzel bir sofra hazırlayacağını söyleyip yemek yemeye davet etmiş.
tilki tamam demiş,gelirim...
nida güzel bir sofra hazırlayıp adam başı 7 şişe miller koymuş masaya.
ahahahahhah. ya burasını canım çok istedi kusura bakmayın.
neyse.

nidanın bünyesi zaten zayıf olunca birden sarhoş olmuş bile...
bu iki misafir ise hayvan tabi.
bünyeleri öyle kolay kaldıramaz ki içkiyi.
onlarda aynı şekilde sarhoş olmuş.

bir ara kalkıp lavaboya gitmiş.
geldiğinde ise gördükleri karşısında dona kalmış.
kuzgun masanın tam çaprazında bulunan boydan aynanın karşısında öylece dikiliyor ve kendi kendine konuşuyormuş.

sessizce kapıdan içeriye girmiş nida...
kuzguna çaktırmadan onun arkasına doğru yol almış.
aynada kuzgunun yansımasının olması gerektiği yerde tilki dikiliyormuş.
nida o anda bu nasıl olabilir lan diye düşünürken kafasında şimşekler çakmış.
kuzgun onu fark etmeden sessizce masaya dönüp oturmuş.

miller her zaman içtiği miller...
onu nasıl sarhoş ettiğini bilirdi.
ama bu sefer yanılmış olabilir miydi?

nida dehşet içinde kuzgunu izlerken bu kadar yeter çok uzun oldu diyerek devamını part 2 kısmına saklamış...
devamını gör...
-anormal-

mezarın başında iki büklüm inliyordu. “hepsini gömeceğim anne. yavaş yavaş olacak ama bir gün mutlaka başaracağım.”

lise son sınıfın ikinci döneminde sınav stresindendir diye teşhis konulan bir karın ağrısı ismail’i canından bezdirmişti. stres falan yoktu, doktorlar salaktı ona göre. çocukluktan beri saygı kavramına uzak yetişmişti. onun için hayatta en önemli olan kendi doğru düşünceleriydi. başkalarının ne düşündüğünü umursamadığı gibi haksız olduğu konularda da ikna edilemiyordu. bunun altında yatan sebep kimilerine göre çocukluğu boyunca babasından gördüğü zulüm, kimisine göre de huysuz dayısına çekmesiydi.

“bu çocuk senin yüzünden bu halde.” belini yavaşça doğrulturken ayşe kocasının kan çanağına dönmüş gözlerinin içine bakarak tek bu cümleyi kurabilmişti. uğradığı şiddet artık onun için sıradanlaşmıştı. ihsan evlendikleri ilk yıl böyle bir adam değildi aslında. suyu sertti, kaba sabaydı ama ayşe’ye hiç el kaldırmamıştı. ne olduysa alacaklıların kapıya dayanıp ihsan’ı karısının önünde bir temiz dövmesinden sonra oldu. 91 kışıydı, kar üç ay örtüsünü kaldırmamıştı toprağın üstünden. donan saçakların altında eksi on derecede çırılçıplak soyup dövmüşlerdi. ihsan bu kadar borçlanmanın sebebinin ayşe olduğunu düşünerek o günden sonra acısını ondan çıkarmaya başlamıştı. ne lüzumu vardı iki dirhem bir çekirdek yaşamanın. neymiş efendim, eşe dosta karşı yüzümüz düşmesin. karı milleti değil mi, hepsi aynı.

ismail para biriktirip güç bela aldığı bilgisayarın karşısından bütün gün ayrılmıyordu. zaten onu dışarı çıkaracak arkadaşı, eşi dostu da yoktu. en yakın arkadaşı mecidiyeköy’den topladığı bu bilgisayar ve sanal ortamda edindiği online oyun karakterleriydi. oyun bitse de chat uygulaması üzerinden konuşmaya devam ediyorlardı. ekinler biçilirken doğmuştu ismail. doğum tarihi yoktu annesine göre. bunun altında yatan sebeplerden biri annesinin ismail’i istemeyerek doğurmasıydı. evliliklerinin üçüncü yılında tam da ihsan’dan ayrılmayı düşünürken karnına düşmüştü. ne ihsan’dan ayrılabildi ne de ismail’i sevebildi ayşe. vücudunun ağrılar içinde kıvrandığı, kanserin akciğerini yiyip bitirdiği son günlerine kadar da sarılmadı ismail’e. sadece hastane odasında bir kere elveda demek için sarıldı. ismail’in yaşadığı en güzel anı böyle olmamalıydı.
ihsan ayşe’nin ölümü sonrası alkol dışında kimseyle bağ kurmadı. kendi kabuğunda kurudu gitti. evlat olduğunu bir an bile hissetme şansı olmayan ismail ise sanal dünyadaki yaşantısına devam etti. kesip biçtiği canavarlar onu bir nebze olsun rahatlatıyordu. içindeki öfke ve nefreti oyun oynarken dışa vuruyordu. ağrı döneminde kendi çabalarıyla gittiği doktor da çare olmadı. zaten bu yeteneksizlerden ne beklenirdi ki.

“yine körkütük sarhoş hayvan herif. anca iç tükürdüğümün ayyaşı.” evde yiyecek tek lokma yoktu. dışardan ekmek arası yaptırıp geldi hızlıca. bilgisayarın başına kuruldu. bugün oyun yoktu, sadece muhabbet. salih dallaması geldi mi acaba? ne uyuz oğlandı şu salih. fazla mükemmel yaşantısı vardı alçağın. yediği önünde yemediği arkasında, dereceyle mezuniyetler, havalı kıyafetler, on numara da bir kız arkadaşı vardı. nefret ediyorum lan ben bu heriften. ah bir elime geçse, dizlerinin bağını çözene kadar döverim.

önce ilk sataşma, sonra küfürleşme derken ismail bir yolunu bulup salih’in yaşadığı yeri öğrenir. bir hışımla evden çıkar, kan beynine nasıl vurduysa kış ortasında odada oturduğu t-shirti değiştirmeden üstüne bir kapşonlu geçirip çıkmıştı. ihsan itinin nuh nebiden kalma broadwayini hızlıca çalıştırıp yola koyulur. kuzguncuk’a vardığında saat 10 olmuştu. dükkanların çoğu kepenk indirmiş, bir iki kafe açıktı sadece. menekşe apartmanını haritadan kolaylıkla buldu cep telefonu sayesinde.

“saliiiiiiiih, in lan aşağı domuzun sıpası!”
etraftakiler neler olduğunu anlamadan sesin geldiği yere doğru döndüler. camdan salih’in babası gözüktü. ellilerinde, orta halli, ak saçlı, tıknaz bir adamdı.
“ne bağırıyorsun evladım gece gece.”
“sen karışma lan, salih köpeğini gönder yoksa ben gelirim.”

gecenin sonu ismail’in planlamadığı, çoğunuzun tahmin edebileceği şekilde karakolda sonlandı. işin kötü yanı salih’in babasının ağır ceza hâkimi olmasıydı. kapıya polis arabasının damlaması beş dakika, merkeze gitmek on dakika aldı. on beş dakikada paketlediler ismail’i.

“oğlum sen gerizekâlı mısın?”

komiser’in bir bu dediği kalmıştı aklında. ifade, nezarethane derken salmışlardı ertesi gün. arabayı çekmişlerdi yalnız. eve yürüyerek gitmek zorunda kaldı.
evde fazla oyalanmadı. ilk iş annesinin mezarına gitmek oldu. elinde mahalledeki parktan topladığı çiçekler, yavaşça eğildi mezarın üzerine.
“sen yoksun ya, her gün ben de ölüyorum. bıktım artık yaşamaktan. nefret ediyorum herkesten. sırayla hepsini öldürmek istiyorum. senin yaşaman gerekiyordu, sadece senin.”

eve dönüş yolunda on iki kilometre yürümüş olsa da hiç yorgunluk hissetmiyordu. sadece yorgunluk değildi aslında hissetmediği, duygu olarak nefret o kadar ağır basıyordu ki nefreti saymazsak hissizdi. eve girmeden komşunun oğlu turan’la karşılaştı kapıda.

“mezardan mı?”
“yok ebenin ….”
“ne tersliyorsun lan değişik.”
“turan defol git zaten canım sıkkın.”
“iyi be, ne halin varsa gör.”

eve girdiğinde içerisi buram buram anason kokuyordu. demlenmişti yine akşama kadar allahın belası. kanepede sızmış, ağzından akan salyalar yastığı sırılsıklam etnmişti.”
“ilk seni gömeceğim lanet ayyaş.”

oyuna oturdu. bugün önemli bir gündü. salih hıyarının takımıyla beşe beş maç vardı. hepsini biçmeye and içmişti. oyunun başından sonuna kadar o kadar odaklanmıştı ki kazanmaya, oyun bitimi kaskatı olmuştu, kıpırdayamıyordu. kazanmıştı ama, hepsini gebertmişti. ihsan odaya kısaca bir göz atıp çıkmıştı. zaten onun için ismail’in ha varlığı ha yokluğu. salih pisliği ne halt ediyor acaba? oyuna da gelmedi. kesin mükemmel ailesiyle harika vakit geçiriyordur. ot tıkayacağımümüğüne, mutluluklarını boğazlarına dizeceğim. hele bir dur. fırsat geçsin elime, liğme liğme edeceğim seni pis burjuva.

sabaha kadar sohbet odasında çocuklarla lafladı. beş kişiden ikisi kalmıştı ama muhabbet sürdü. evin içindeki anason kokusunun etkisinden gevşeyen sinirleri ne var ne yoksa aklından geçenleri dökülüvermesine sebep oldu. “öldüreceğim iti. en mutlu gününde alacam canını.” ilk başta ciddiye almadı diğerleri, kafası güzel ne dediğini bilmiyor dediler. baktılar herif ciddi, sakinleştirmeye çalıştılar.

“oğlum sen manyak mısın? katil mi olacaksın bir oyun yüzünden?”
“kahraman olacağım.”

karın ağrısı sabahın altısında yataktan sıçrattı. ilaç almıyor, tedaviyi umursamıyor, bolca sigara içiyordu sadece. sigara iyi geliyor diye kendini avutuyordu. uyandığında ihsan evde yoktu. “nereye gitti lan bu herif?” sabaha kadar konuştuklarını düşündü. “ne diye heriflere olanı biteni anlattın be allahın salağı.” yapacak bir şey yoktu. unutur giderler belki. ben yoluma bakayım.

19 mart salih için hayatının en mutlu günüydü. hem okuldaki arkadaşlarıyla oluşturduğu takım matematik olimpiyatlarında şampiyon olmuş, hem de doğum günüydü. babası her zamanki ailecek özel akşamlarda gittikleri restoranı ayarlamıştı. aliecek yola koyuldular akşamüstü. arabadan indiklerinde salih’in ağzı açık kalakaldı.

“ne işin var senin burada?”
“yarım kalan hesabımızı kapatmaya geldim.”
“indir o silahı, manyaklaşma.”
“güle güle salih.”

silah sesi restoran camlarını titretti. salih’in annesinin çığlığı da geceyi.

ardına bakmadan koşmuştu ismail. mezarlığın girişinde durdu, soluklandı. ayşe’nin mezarının yanına geldiğinde ihsan’ı mezarın üzerine kapanmış halde buldu.

“bir kurşunum daha var, sıkayım şunun kafasına olsun bitsin.”

sıkmadı. kendine saklamıştı son kurşunu. ihsan yaşamalıydı. bu iğrenç hayat onun için ceza olarak yeterliydi.

“geldim anne!”
devamını gör...
bakkal necip abi
yirmi beş yıldan sonra ilk kez geliyordum gençlik günlerimin geçtiği sokağa. sokak, sokaktaki evler, eskiden de kırık dökük olan üç küçük dükkân olduğu gibi duruyordu. ama o günlerde tüm evlerin bahçe duvarlarını şenlendiren gençler, çocuklar yoktu.
sesler de yoktu. tüm sokak ve büyük bir sessizlik…
o zamanki evimizin sokağıyla, biz gençlerin, boş bir övünmeyle şehrin en uzun sokağı diye övündüğümüz sokağının kesiştiği kavşakta, sokağımızın tek bakkalı necip abi’nın bakkalı vardı. bakkaldan bira alıp, bahçenin demir parmaklığına oturur, demirin kıçımızı kesmesine aldırmadan bağıra, çağıra konuşurduk; kimse kimseyi dinlemezdi. necip abi de, kah köylü ali’yle, kah bir başkasıyla oturur, ters çevrilmiş bir gazoz kasasının üstünde tavla oynardı. akşam olunca, bakkalın olduğu apartmanın en üst katında oturan nuri abi de iner, mangal yakılır, üstüne biber, domates, az sucuk atılır, yeşil maden suyu şişelerine doldurdukları rakıyı yudumlarlardı.
bunlar da yoktu.
necip abi de ölmüş olmalı diye düşündüm. babam, annem, mahallede uzun yıllar emlakçılık yapan ve yaşça bizden küçük olan selo, doktor dediğimiz arkadaşımız selçuk ölmüştü. herkesin ana babası ölmüştü.
bakkal’a doğru yanaştım. kapısı açıktı. merakla içeri baktım.
necip abi, üstünde sarı, yeşil, kırmızı kareli kısa kol bir gömlek, bacaklarında koyu krem rengi bir pantolon, gri renkli çoraplı ayaklarında sandalet, boş gibi görünen dükkânı süpürüyordu. gömleğinin cebinde samsun sigarası görünüyordu.
beni görünce hiç şaşırmadı. adımı hem başta hem sonda söyleyerek “hoş geldin” dedi.
“nasılsın necip abi” dedim. hiç değişmemişsin diyecektim, demedim. yaşlanmamıştı bile.
“iyiyiz çok şükür” dedi.
dükkanın dolu olduğu günlerde, ya bakmadığımdan, ya görünmediğinden, ya olmadığından, görmediğim, fark etmediğim bir pencere gördüm. dükkanın bahçe tarafındaki duvarı üstündeydi. tuvalet penceresi gibiydi. oradan da ışık geliyordu. ışık yerde dikdörtgen bir yer aydınlatıyordu.
necip abi, dükkanı süpürürken kapıyı örtmüştü. kapının camında üç kafa belirdi, üçü de siyah giyinmiş, neredeyse rahip gibi, üç adam, dükkanın açık olduğunu anlayınca kapıyı itip içeri girdiler. kendi aralarında, “buradan kestirme yol var” diyerek bakkalın depo kısmına doğru ilerlediler. necip abi, “beyler dışarıdan dolaşın” diye azarladı adamları. ama önlerini de kesmedi. arkasından gelecek olanları engelledi sanki böylece.
boş dükkanı işaret ettim. “ne yapacaksın bundan sonra necip abi” dedim.
“arkadaşlarla bir şeyler düşünüyoruz” dedi az önceki üç adamı işaret ederek. “işte dükkan bizim malımız” dedi.
“allah utandırmasın necip abi” dedim. "sağol" dedi.
bir sessizlikten sonra “bu son görüşmemiz galiba, ya ben giderim, ya sen gidersin, bundan sonra hiç görüşemeyiz herhalde” diye ekledim.
duymamış gibi davrandı. “dur sana dut kurusu vereyim, yiyerek gidersin” dedi.
teşekkür etmeme gerek kalmadan eğildi. duvar penceresinden gelen ışığın yere düştüğü yerde tahta bir kutu olduğunu gördüm o zaman. kapağı sürgülü, üç karış kadar boyu, bir buçuk karış kadar eni olan bir kutu. kapağı açtı. öndeki küçük bölmede küçük, kahverengi beyaz kese kağıtları vardı. küçük plastik bir küreğin ucuyla kesekağıdına bir avuç kadar dut kurusu koydu.
çıktım
dut kurusunu kemirerek yürüdüm gittim yokuş aşağı
devamını gör...
-kapanış-

bu gece de bekledim seni. hasta bir çocuğun iyileşip tekrar arkadaşlarının arasına döneceği günü beklediği gibi bekledim. gözlerim tavana dikilmiş, kulağım kapıda. neyim var diye soranları tersliyorum. derdimin dermanı onlardaymış gibi üzerime gelmelerine tahammül edemiyorum. uzun uzun düşünme şansım oldu. kafamda ölçtüm biçtim aramızda geçenleri. evet, sen haklıydın, bu konuda hemfikirim. ama bilmediğin haklı olman senin de bu suça ortak olduğun gerçeğini değiştirmiyor. beraber planladık, beraber harekete geçtik, beraber yazdık sonunu bu hikayenin.

ısınamadım bir türlü buralara. sen varsın diye alışırım demiştim ama öyle olmadı. havası çok nemli. okuldan kaçıp ılgındaki hamama gittiğimiz günü hatırlıyor musun? sen annemler okuldan kaçtığımızı anlarsa bir temiz döver bizi demiştin. yanakların işlediğimiz suçtan mı, hamamın sıcağından mı bilinmez bütün gece kıpkırmızıydı. annem sezmişti bir şeyler çevirdiğimizi ama üstelememişti. aslında korktuğun kadar sert biri değildi annem. sen biraz hassastın.

bir gün oturup bunları uzun uzun konuşmalıyız senle. birikenler seti aştı, olur olmaz dökülüyorum sağa sola. zaman eski zaman değil abi. insanlar en ufak bir açığını yakaladı mı, vur düşene tekmeyi. oysa sen öyle mıydın? ayağımın takılacağı tüm taşları birer birer temizlerdin ben daha yola adımımı atmadan. çok alışmıştım be abi.

öksürüyorum yine kesik kesik. sen olsan bırak oğlum artık şu sigarayı, yazık değil mi gençliğine derdin. değil abi. artık sen yoksun, varsın sökulsün ciğerlerim. belki daha çabuk kavuşuruz.

senden ayrıldığım ayı sildim takvimden. otuz gün kapanıyorum eve. perdeler kapalı, içeri sızacak bir ışık huzmesine dahi tahammülüm yok. benim hayatım karardıysa bu ayda, odam da kapkaranlık olmalı.

ne demiştim. beraber planladık, beraber harekete geçtik, beraber yazdık sonunu bu hikayenin. sadece sen benden daha cesurdun. göğüs gerdin mutlak sona bir büyüğe yakışır şekilde. ölümün soğuk nefesini kestin kardeşim üşümesin diye. ben mi? ben gölgende kaldım her zaman olduğu gibi. bu oyunun kapanışında sahnede beraber ölmeliydik be abi.
devamını gör...
gecenin karanlığı çökmüş, etraf sessizleşmişti. büyük bir gerginlikle patatesleri soyuyordum. her soyduğum patates bir ferahlama ile tarladan elime düştüğü ana kadarki yaşamı film şeridi gibi gozlerinin önünden geçiyordu. bu gergin bekleyiş sigarasını bitiren neriman dayıyı daha tahammül edemez duruma sokup " yeğenim ben gidiyorum yae" diye söylenmeyle karışık psikolojik çözünmeye giden ruhunu dinginleştirip terk-i bahçem yapmaya zorlamıştı.
neriman dayı da gidince iyice yalnız kaldım. patatesler ve ben başbaşa kalmıştık. yalnızlığın etkisiyle utangaçlıklarını bir kenara fırlatan patatesler bana ihtiyaç duymadan kendi kendilerine soyunmaya başladılar. e ben de öyle olunca "etrafı kolaçan edeyim" diye içimden usulca geçirerek bahçenin karanlık ıssız köşelerine doğru gölgemi yanıma almadan ufak ve sessiz adımlarla yürümeye başladım.
biraz dolaştıktan sonra "şu son köşeye portakal ağacının oralarada bir bakayım, sonra patateslerin tavadaki dans edişlerini izlerken keyifle buz gibi şalgamımı yudumlar biraz gevşerim" diye düşündüm.
portakal ağaçlarına yaklaştıkça hafif bir müzik sesi ve çığlıklar geliyordu. tüylerim sanki bir gülmüşüm gibi diken diken oluyordu, ağaca yaklaştıkça belli belirsiz sesler daha da artmaya başladı. ömrümün en uzun yolunu yürüyordum sanki, aldığım nefesler arası mesafe kısalmış vücudum korkunun etkisiyle sakinleşmek için daha fazla oksijene ihtiyaç duyar hale gelmişti. sonunda bitmek bilmeyen o yol bitmiş ağaçların oraya gelmiştim. gördüklerim karşısında " aman allahım" diye istemsizce bağırdım. o an geceden daha siyah olan sakallarım bembeyaz olmuştu. bu gördüğüm yoksa bir rüyanın içerisinde miydim? yoksa şalgamı gene fazla mı kaçırmıştım . hayır hayır, bunlar bir hayal değil tam aksine gerçekti. ve benim de bütün bilincim buz gibi sularda yüzen bir yunus balığı kadar açıktı. evet o gece portakal ağacının altında gördüklerimi size söylemeye dilim varmıyor. uykularinizin kaçmasını, belki de ruhunuzun bedeninizi terk etmesine sebep olacak o görüntüler bende bir sır olarak kalacak.
devamını gör...
bir yere gönderdim ama beğenmediler. yine de olsun ya... buyurun efendim. daha önce koymuştum sonra kaldırmıştım.

yetim
elime bir kar küresi verdiler annem öldükten sonra. içinde annem. gittim kütüphanenin raflarından birine koydum. babam masada oturuyor bazen. arada bakıyor küreye ve gidip sallıyor. dibindeki kağıt parçaları kendilerini kar zannederek havalanıyor ya da yer çekiminin ve suyun azizliğine uğruyorlar. babam biliyor kar küresinin içindeki annemi. neden oraya girdiğini bir türlü anlamıyor ama… annemle bu konuyu konuşuyoruz babam odada yokken. sana yardım etmeden çıkamam diyor. anne işte, öldükten sonra da çocuklarını düşünüyorlar. ama ne bileyim, bedenen yok olup, ruhunu bir camdan kürenin içine hapsetmek de biraz fazla değil mi? artık yalnız da değilim ben.
babam dönüp kar küresine bakıyor sonra açıyor bilgisayarını ve aynı şeyi yazıp yazıp duruyor. satırlarca tekrar eden cümle beyaz ekranda iyice anlamını yitiriyor. ne bir öykü başlangıcı ne bir rahatlama ne de bir dışavurum…
“onu özlüyorum.”
ah, özlüyorsun biliyorum. hani damarların sızlıyor ve midendeki ağrı zihnini kemiriyor. ama ben öldürmedim onu diyorum sana baba. hani siz kaza geçirdiniz ya. sense o cümlenin etrafından dolaşıp, kutsuyorsun acını. varlığımdan habersiz devam ediyorsun masada oturmaya. oysa ne güzel konuşurduk seninle. ben yatağımda yattığımda, hani oturduğunda yanı başıma. derdimi anlattığımda buruşmuş parmaklarını saçlarımda gezdirdiğinde.
annem de biliyor bu anları. kapı aralığından bir tebessümle bize baktığında gözlerindeki ışıltıyı yakalayıp yıldızlara saldığım anlar.
onun katili ben değilim diye fısıldıyorum babamın kulağına. ölmesi zamanın kanunu ve hatta doğrusallığın sıradanlığı gibi.
kaldırmak istiyorum babamı oturduğu yerden. sırtı iyice eğilmiş ve elleri başını zor tutuyor. bu sahnenin donması yeterince üzüyor beni.
annem de çok üzülüyor onun kamburuna. ne de muhteşemlerdi gençken. benim ortalamamı meydana getiren bu iki uzun, dik duruşlu insan.
şimdi annem o kadar küçüldü ki, kar küresinin içerisinde neredeyse yerle bir.
onu ben koymadım oraya. o istedi biliyorum. babam acısından kurtulsun ve beni yalnız bırakmasın diye. ne de hoş bir çaba.
kurgusal karakterler böyledir. bir amaç uğruna var olmak isterler. ta ki yazar canlarına okuyana kadar ya da onları değiştirene kadar.
ben annemi değiştirebilir miyim bilmiyorum çünkü zihnimde ufak kırıntılar halinde anısı. rujlu bir dudak. odaya girdiğinde yayılan vanilya kokusu, eteğinin kenarına bulaşmış yemek lekesi.
belki babam bunları hatırlıyor işte ve hatta daha fazlasını. unutamama hastalığına yakalanmış olmalı.
benim mi ona yardım etmem gerekiyor?
babam hafif doğruluyor şimdi masanın başında. oh be diyorum, sahne hareketlendi.
eli klavyeye gidiyor.
“onu unutursam ölürüm.” cümlesini yazıyor boş sayfaya ve kalkıyor masanın başından. az önce kar küresini koyduğum kütüphaneye gidiyor. tozlu rafların arasından onu alıyor ve masasının üzerine koyuyor. annem büküldüğü yerden kalkıyor karların arasında.
gözlerinde ateş, “varlığının bir yararı yok.” diyor babama. sonra sert sesi cam küreyi deliyor, odadaki diğer mobilyalardan sekiyor, sararmış tavana çarpıyor ve kışın kokusunun içeriye daldığı pencereden dışarı çıkmadan hemen önce bir kurşun olarak giriyor babamın beynine.
belki de hatıranızın bir yararı yok diyorum kendi kendime. niye eziyet ediyorum ki bu iki insana? niye eziyet ediyorum ki kendime...
insanın anılarını öldürmesi katil olması demekse o zaman katil olacağım bu akşam şu demirden yatakta, yattığım yerde.
şimdi babamın başı masanın üzerinde hareketsiz. kırık cam fanusun içinde annem yerde.
sahne yavaş yavaş kayboluyor.
belki yarın giderim onların cenazesine.
izin verirlerse tabi.
yetimhaneden dışarı çıkmak pek mümkün değil biliyor musunuz? anca bahçeye...
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"yazarların yazdığı hikayeler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim