ooo bakın ben bir şeyler yapıyorum başlığı, alırım bir dal.
sirkeci'de bir alman lokomotifi
sabah saatleriydi. gün daha yeni başlamış, herkes birer telaş halindeydi. tıklım tıklım
troleybüsler, siftahlarını yapan simitçiler, o simitleri aç gözle bekleyen martılar ve martıları izleyen
vapur yolcuları. ıstanbul’a birkaç ay önce gelmişti refik. sirkeci garında
ufak bir büfe işletiyordu sadece. cibali’de ufak bir apartman dairesinde oturuyordu. aham şaham
denilen bir daire değildi, ama daha iyi bir yere taşınmak için para biriktiriyordu. neticede onun için
buraya gelmişti. daha iyi bir hayat için. şimdiki hayatından memnundu. onun gibi ıstanbul’a yeni
gelen onlarca insan ile tanışıyordu her gün garda. şehire geldiğinde herkese yabancı, her şeyden
uzaktı, ama zaman ile ayak uydurmuş ve birkaç arkadaş edinmişti. her sabah olduğu gibi bu sabah
da çatladıkapı’da otel işleten komşusuyla işe yürüyordu.
-eee osman, ambargo falan diyorlar senin otel batmasın?
-biz neler gördük be abi, bunun da üstesinden gelinir.
-gelinir bak gelinmesine de hanımın işsiz, oğlan da seneye okula başlamayacak mıydı?
-gerekirse başka işe girerim geçindiririm ailemi abi ne yapalım, garsounluk da yaptık temizlik de
yaptık ne gerekirse yine yaparız.
sohbete sessizlik hakim oldu. refik de, osman da gayet iyi biliyordu ki ellerinden gelecek hiçbir
şey yoktu. önlerinde zor zamanlar vardı, ama kimin yoktu ki?
garın önüne geldiklerinde refik dostunu uğurladı ve büfesine doğru yol aldı. birkaç meslektaşını
gördü. evli değildi, onun ailesi gardı. evden kahvaltı etmeden çıkmıştı, gar esnafı olarak
kahvaltılarını her sabah beraber yaparlardı. masaları hazırlıyordu ki çaycı mehmet geldi.
-kolay gelsin refik abi.
-sağolasın yeğenim.
-duydun mu haberleri ambargo uygulanacakmış.
-uygulasınlar bir o eksikti zaten. şuradan iki sandalye kapsana.
bir yandan sohbet edip, bir yandan da sofrayı kuruyordu. mehmet de yardımcı oluyordu.
-başüstüne. ya refik abi ayıp olacak ama soracam diyorum diyorum soramıyorum, senin hanım
nerelerde göremiyoruz hiç?
-görüştüğüm birisi yok ki benim, zaten şunun şurasında istanbul’a geleli kaç ay olmuş bir de
evlenip aile sahibi mi olacağım?
-ya sen de haklısın da hiç manita falan da mı yok?
-ya yürü git işine bak allahını seversen mehmet ya.
-neyse bulursun birisini illa ki.-hiç gerek yok.
-ama deme öyle refik abi, fena mı olur sana da bir manita?
garın diğer esnafları da yavaş yavaş sofraya geliyorlardı.
-selamun aleyküm beyler.
-aleyküm selam usta, gel çay demliyorum arkada birazdan olur.
-ne diyorduk biz? ırfan gelince araya kaynadı.
-sana diyorum refik abi manita diyorum.
-he aynen, dediğim gibi hiç gerek yok ben halimle mutluyum vallahi.
diğer esnaflar da gelmiş, sofra hazırlanmıştı. neredeyse herkes bir şeyler getirmişti. kimi kendi
mutfağından domates, kimi yandaki pastanaden açma poğaça getirmişti. herkes bir şeyler
getiremiyordu ama sofra herkes içindi. ne de olsa onlar bir aileydi.
yemekler yendi, çaylar içildi, sohbetler edildi ve herkes işinin başına döndü. öğlene doğru refik’e
yabancı gelen bir tren gara varmıştı. alışık olduğu, gözünde bolca para ile eş anlama sahip
orientlerden değildi, anahat trenlerinden de değildi. görevlilerden birisine sordu ve öğrendi ki
sinyalizasyonda bir sorun çıkmış ve berlin-atina treni bulgaristan’dan yunanistan’a geçmesi
gerekirken tüm yolcuları ile birlikte ıstanbula gelmiş, sorunlar giderilince birkaç saat içinde tekrar
ayrılacakmış. “atina nere, ıstanbul nere?” diye düşündü bir an kendi kendine refik. sonra aklına
geldi ki bu turistler iyi para getirebilirdi ve ay sonunu görmesine yardımcı olabilirdi belki.
üzümünü ye bağını sorma diye boşuna dememişler sonuçta.
haklıydı da. henüz tren geleli bir saat geçmemişti, ama refik son iki haftanın toplamından daha
fazla bahşiş almıştı.
sarışın, uzun bir kadın büfeye yaklaştı. bir anlığına da olsa refik heyecanlanıverdi. belki de
mehmet haklıydı? yalnızlığını paylaşacak bir dost fena mı olurdu?
sarışın kadın konuştu. yorulmuşa benziyordu. ingilizce konuşuyordu, ve refik tek bir kelime dahi
anlamıyordu. yine de el haraketleri ve mimikler ile iletişim kurarak hanımefendinin bir su bir de
yiyecek bir şeyler istediğini anladı.
-bir çay içer miyiz güzel hanımefendi?
refik’in aklına bile gelmedi karşısındakinin türkçe bilmediği. çaycı mehmet’e seslendi ve çay
getirmesini istedi. o sırada da sordu:
-mehmet, şimdi ben bu hanıma çay ikram edeceğim ama ne diyeceğim yanlış anlamasın?
-ha şöyle sonunda be refik abi. gift desen anlar o ya çok dert etme.
-sağolasın lan bir işe yaradın sonunda koş kap bir çay şimdi!kadın büfenin önündeki masalardan birisinin sandalyesini çekti, çantasını yere koydu ve oturdu.
önemli birisine benziyordu. belki bir iş kadını? belki de bir siyasetçi? aman, refik başına bela
almasın şimdi bir de?
zaman içerisinde başka turistler büfeye uğradı. çay ise hala yoldaydı. bir anons yapıldı ama
ingilizce bilmediği için anlamadı. ya arızanın giderildiği ve trenin harakete geçeceği
anonsuyduysa? refik telaşlanmaya başladı. birkaç dakika sonra kadın da ayağa kalktı. refik’e
dönüp “thank you!” dedi refik bunun ne demek olduğunu, kadının teşekkür ettiğini biliyordu ama
oysa ki çay her an gelecekti. biraz daha oturmasını söylemek istedi. ne diyeceğini bilemedi. neydi
o kelime, mehmet demişti? belki de o işine yarardı. git miydi? ne giti ya, refik kalmasını
istiyordu. hayır, yoksa gef miydi? yok, değildi. nerede kalmıştı o çay? belki anlar diye son çare
seslendi:
-çay ısmarladım gelir şimdi az otursanız?
kadının suratında bir şaşkınlık vardı. neler döndüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. yine de borcunu
ödemek için cüzdanına doğru uzandı, ama refik kadının parasını kabul etmedi.
neydi o kelime? hatırlasa, söylese her şey çözülecekti!
kadın yine bir şeyler söyledi ve yoluna devam etti. aniden dönüp tekrardan teşekkür etti ama bu
sefer farklıydı.
-thank you for your sweet gift!
evet! kelime oydu! gift! ama çay daha gelmemişti ki, neyden bahsediyordu acaba? diyecek bir
şey bulamadı, gülümsemekle yetindi. farkında değildi ki aslında kadın sadece saati sormuştu, ve o
ise gidip durduk yere ona yemek ısmarlamıştı.
devamını gör...