kafamı çıkartmaktan çok korkuyordum. bir yunan askeri leşi almak için her şeyimi feda edebilirdim oysa. kafamı siperin ıslak yüzeyine yasladım. bir yastık gibi yumuşaktı. göz ucu ile bizim cepheye doğru koşan intihar bombacısını gördüm. "gözlerinde her şeyden bıkmış. yaşamayı ölmek ile nişanlamış birini görüyordum" savaştan mı yoksa delirdiğimden mi bilmem her şeyiyle bendim bizim cepheye koşan asker. cesaretimi topladım ve silahı doğrulttum. o askeri hala kendim olarak görüyordum. bana benden daha çok benzediği hissettim. bunu umursamadım ve tetiğe bastım. silah ateş etmiyordu. tekrar ve tekrar bastım. kendimi öldüremiyordum. üzerime koştu, aramızda 1 metre kalmıştı. koşarak zıpladı ve pimi çekmedi. bombayı patlatmadı. bana sarıldı. "ölmeyi göze alan bir adam sarılabilir miydi?" bir anda sesler kesildi. bu da yetmezmiş gibi kulağımda müslüm şarkısı çalıyordu. gözlerimi açtım. geçen sene binbir zorlukla boyadığım oda duvarımı gördüm. sabah zil sesimi arabesk şarkı yapmaktan vazgeçmeliydim.


kurduğum 8. alarmda uyanmıştım. her 5 dakika daha fazla uyumak istediğimde, ölüm döşeğinde azrail ile sözleşme yapıyor gibi hissediyordum. elinde sonunda uyanacaktım. elinde sonunda ölecektim. yatağımın karşısında boy aynam vardı karşısına güçsüz ve bitkin şekilde dikildim. gözlerime baktım. gözlerimde " her şeyden bıkmış, yaşamakla ölmeyi nişanlamış birini" görüyordum. kahvaltı yapmadım. ağzımda iğrenç bir tat vardı. hiç bu yoğun tadı bozmak istemedim.


kapıdan sonunda çıkabildim. bahçede beni hazır bekleyen kedimle karşılaştım. tebessüm ettim ve oturup sarıldım. "ölmeyi göze alan bir adam sarılabilir miydi?" sanırım gün içerisinde tek tebessüm ettiğim anıda arkamda bırakmıştım.

evde yalnızdım. iş yerinde yalnızdım. vücudumun her yerine temas edilen bu mahşer yerini andıran minibüste de yalnızdım. sağımda ve solumda ki cephelerde bulunan arkadaşlarım vardı. ancak hiçbiri bana isabet eden bir merminin önüne geçmeyecekti. işte bu yüzden yalnızdım. bu merminin önüne geçecek herkes uzak diyarlara göçmüştü. intihar bombacısı gibi üstüme koşan azrail annemi, babamı, bütün sevdiklerimi almış. bana sarılmıştı.


minibüs olduğundan fazla hızlı gidiyordu. girdiği her çukur nefret ettiğim insanların bana temas etmesini sağlıyordu. öyle ya insanlardan nefret ediyordum. sağıma baktığımda bir durak dolusu insanı almadan devam etmişti. ikinci durak, üçüncü durak. minibüs durmuyordu. üzerime koşan intihar bombacısının gözlerinde ki ışık kadar kararlıydı. ben kadar kararlıydı durmamakta. şoför arkasını döndü "fren boşaldı duramıyorum" diye bağırdı. şoför bendim. nasıl olabilirdi. yüzünde ki her mimik benimdi. öleceğiz diye bağırdı. ben bağırmıyordum. ama şoför ben olduğumdan emindim. bir darbeyle sarsıldım. minibüs yan devrilmişti. herkes çürümüş bir kadavra gibi yerlerdeydi. oysa daha yeni ölmüşlerdi. minibüsünün yan devrilişi bana kendimi hatırlattı. şuan ayağa dikilmiş bedenim, yıllardır sürünen ruhumu gizliyordu. bir darbe daha aldım. bu sefer minibüs çarpmamıştı. müdürüm öğlen arasının bittiğini, işime geri dönmemi söyledi. uykuyu mu yoksa yarı ölmeyi mi çok sevdiğimden bilmem, 1 saat arada her zaman uyurdum.


işten çıktım. uzun bir nefes aldım. elimde olsa gün içerisinde tek nefes aldığımi hissettiğim bu anda aldığım bu nefesi geri vermezdim. ki öyle oluyordu. bebeğini kaybetmiş bir annenin yürek acısının binde birini hissetmeden bu nefesi vermiyordum. bu acı bile beni bazen yere düşürmeye yetiyordu. minibüse bindim şoförün yüzüne baktım. tekrar tekrar baktım. minibüsünü ben sürmüyordum. buna sevindim mi bilmiyorum. çünkü kaza yapmak, bedenimin bir minibüs gibi yan devrilmesini istiyordum.


eve girdim. annem kahvaltıyı hazırlamıştı. hafif sitemkar, hafif tebessüm ederek anne zamanları karıştırıyorsun akşam akşam ne kahvaltısı dedim. canım sabah kahvaltı yapmadın o yüzden bu gece kahvaltı yapacağız dedi. bir saniye? annem mi? öl.. doğru ya, evet evet bugün ikinciye gülümsedim.


odama girip üstümü değiştirdim. bembeyaz geceliklerimi giymiştim. boy aynama döndüm. üstümde kefen gibi duruyordu. o yüzden en sevdiğim kıyafet bunlardı. gözlerime baktım. gözlerimde " her şeyden bıkmış. yaşamakla ölmeyi nişanlamış birini"
görüyordum.

babam hadi kahvaltıya diye bağırdı. misafirimiz var dedi. kim olduğunu merak etmiyordum. ama içimi bir heyecan kaplamıştı. kapıyı açtım geçen hafta askerde şehit olmuş arkadaşım bize akşam kahvaltısına gelmişti. bu beni çok sevindirdi. sarıldık.
"ölmeyi göze alan bir adam sarılabilir miydi?"bilmiyorum
arkadaşım soğuktu. ben ise yanıyordum.

evet kahvaltı yapmamıştım. öğle arasında da uyumuştum. annecim ne hazırladın diye sordum. önüme büyük bir kapak içerisinde bir şey getirdi. sürpriz dedi. masada ki 5 kişi yemeği görmek için kapağı aynı anda kaldırdık. annem, babam, arkadaşım, ben ve ...

5. kimdi bilmiyorum. onu daha önce görmemiştim.

önümüzde silah şeklinde pastalar vardı. kahvaltı da pasta mı yenirdi? masada ki dört kişi de heyecanlı bir şekilde yiyordu. ben de çok açtım. vişne aroması bana hep güzel gelmiştir. bu yüzden kırmızı olan namlusundan başlamak istedim yemeye. gözlerimi kapattım ve başladım. gözlerimi açtım.
ve kafamı ıslak olan sipere yasladım. yastık gibiydi. bir yunan askerinin leşini almak için her şeyimi verebilirdim ama korkuyordum. cesaretimi topladım. kafamı çıkarttım. bana doğru koşan intihar bombacısını gördüm. yüzü bana çok benziyordu. mimikleri benimkilerin aynısıydı. aldırmadım. bedenimi doğrulttum ve tetiğe bastım. bu sefer silah ateşlenmişti. vişne tadı ağzıma geldi. fazla suluydu. ama tadı güzel ve ıslaktı. müslümün şarkısını duymadım. müdürüm de uyandırmadı. anne çok güzel olmuş. eline sağlık diyebildim. sonra uyudum ve birdaha uyanmadım.
devamını gör...
küçükken arkadaşımla bir sürü hikaye yazardık. geçenlerde ise aldatılmak hakkında küçük bir hikaye yazdım. başıma gelmedi ama bi anda aklıma geldi
devamını gör...
tamamlanmamış kısa bir hikaye:

yalnızlar, yalnızlık yakışan yerleri en iyi bilenlerdir.
saçları, arkasını dönmüş yılların soldurduğu ak rengine bürünmüş bir beyefendi, önünde acı türk kahvesi, elinde sönmeye direnen sigarasıyla dükkanın önünden geçenlere mi yoksa daha uzaklara mı bakıyor bilinmez küçük yeşil taburede oturuyor. yanındaki masadan onu izlediğimden ve hakkındaki meraklarımdan bihaber.
devamını gör...
çok isteyip de bir türlü vakit yaratamadığım eylem
devamını gör...
cağnım günlerimi ve b*ktan hayatıma dair kesitler paylaşacağım acayip heyecanlı bir başlıktır.
edit:kutsal bilgi kaynağı falan değildir. öyle şeyler beklemeyin benden.
devamını gör...
bu kadar troll varken bu başlığın coşması gerekirdi.
devamını gör...
reklam olmasın diye link paylaşmaktan korktuğum durum.

sci-fi ve fantasy içerikli yazıyorum. deli gibi yazıyorum. roman da yazdım. bakalım.
devamını gör...
burada harcanmak yerine wattpad'de ergen kızlara satılıp zengin olunacak hikayelerdir.
devamını gör...
ooo bakın ben bir şeyler yapıyorum başlığı, alırım bir dal.

sirkeci'de bir alman lokomotifi

sabah saatleriydi. gün daha yeni başlamış, herkes birer telaş halindeydi. tıklım tıklım
troleybüsler, siftahlarını yapan simitçiler, o simitleri aç gözle bekleyen martılar ve martıları izleyen
vapur yolcuları. ıstanbul’a birkaç ay önce gelmişti refik. sirkeci garında
ufak bir büfe işletiyordu sadece. cibali’de ufak bir apartman dairesinde oturuyordu. aham şaham
denilen bir daire değildi, ama daha iyi bir yere taşınmak için para biriktiriyordu. neticede onun için
buraya gelmişti. daha iyi bir hayat için. şimdiki hayatından memnundu. onun gibi ıstanbul’a yeni
gelen onlarca insan ile tanışıyordu her gün garda. şehire geldiğinde herkese yabancı, her şeyden
uzaktı, ama zaman ile ayak uydurmuş ve birkaç arkadaş edinmişti. her sabah olduğu gibi bu sabah
da çatladıkapı’da otel işleten komşusuyla işe yürüyordu.
-eee osman, ambargo falan diyorlar senin otel batmasın?
-biz neler gördük be abi, bunun da üstesinden gelinir.
-gelinir bak gelinmesine de hanımın işsiz, oğlan da seneye okula başlamayacak mıydı?
-gerekirse başka işe girerim geçindiririm ailemi abi ne yapalım, garsounluk da yaptık temizlik de
yaptık ne gerekirse yine yaparız.
sohbete sessizlik hakim oldu. refik de, osman da gayet iyi biliyordu ki ellerinden gelecek hiçbir
şey yoktu. önlerinde zor zamanlar vardı, ama kimin yoktu ki?
garın önüne geldiklerinde refik dostunu uğurladı ve büfesine doğru yol aldı. birkaç meslektaşını
gördü. evli değildi, onun ailesi gardı. evden kahvaltı etmeden çıkmıştı, gar esnafı olarak
kahvaltılarını her sabah beraber yaparlardı. masaları hazırlıyordu ki çaycı mehmet geldi.
-kolay gelsin refik abi.
-sağolasın yeğenim.
-duydun mu haberleri ambargo uygulanacakmış.
-uygulasınlar bir o eksikti zaten. şuradan iki sandalye kapsana.
bir yandan sohbet edip, bir yandan da sofrayı kuruyordu. mehmet de yardımcı oluyordu.
-başüstüne. ya refik abi ayıp olacak ama soracam diyorum diyorum soramıyorum, senin hanım
nerelerde göremiyoruz hiç?
-görüştüğüm birisi yok ki benim, zaten şunun şurasında istanbul’a geleli kaç ay olmuş bir de
evlenip aile sahibi mi olacağım?
-ya sen de haklısın da hiç manita falan da mı yok?
-ya yürü git işine bak allahını seversen mehmet ya.
-neyse bulursun birisini illa ki.-hiç gerek yok.
-ama deme öyle refik abi, fena mı olur sana da bir manita?
garın diğer esnafları da yavaş yavaş sofraya geliyorlardı.
-selamun aleyküm beyler.
-aleyküm selam usta, gel çay demliyorum arkada birazdan olur.
-ne diyorduk biz? ırfan gelince araya kaynadı.
-sana diyorum refik abi manita diyorum.
-he aynen, dediğim gibi hiç gerek yok ben halimle mutluyum vallahi.
diğer esnaflar da gelmiş, sofra hazırlanmıştı. neredeyse herkes bir şeyler getirmişti. kimi kendi
mutfağından domates, kimi yandaki pastanaden açma poğaça getirmişti. herkes bir şeyler
getiremiyordu ama sofra herkes içindi. ne de olsa onlar bir aileydi.
yemekler yendi, çaylar içildi, sohbetler edildi ve herkes işinin başına döndü. öğlene doğru refik’e
yabancı gelen bir tren gara varmıştı. alışık olduğu, gözünde bolca para ile eş anlama sahip
orientlerden değildi, anahat trenlerinden de değildi. görevlilerden birisine sordu ve öğrendi ki
sinyalizasyonda bir sorun çıkmış ve berlin-atina treni bulgaristan’dan yunanistan’a geçmesi
gerekirken tüm yolcuları ile birlikte ıstanbula gelmiş, sorunlar giderilince birkaç saat içinde tekrar
ayrılacakmış. “atina nere, ıstanbul nere?” diye düşündü bir an kendi kendine refik. sonra aklına
geldi ki bu turistler iyi para getirebilirdi ve ay sonunu görmesine yardımcı olabilirdi belki.
üzümünü ye bağını sorma diye boşuna dememişler sonuçta.
haklıydı da. henüz tren geleli bir saat geçmemişti, ama refik son iki haftanın toplamından daha
fazla bahşiş almıştı.
sarışın, uzun bir kadın büfeye yaklaştı. bir anlığına da olsa refik heyecanlanıverdi. belki de
mehmet haklıydı? yalnızlığını paylaşacak bir dost fena mı olurdu?
sarışın kadın konuştu. yorulmuşa benziyordu. ingilizce konuşuyordu, ve refik tek bir kelime dahi
anlamıyordu. yine de el haraketleri ve mimikler ile iletişim kurarak hanımefendinin bir su bir de
yiyecek bir şeyler istediğini anladı.
-bir çay içer miyiz güzel hanımefendi?
refik’in aklına bile gelmedi karşısındakinin türkçe bilmediği. çaycı mehmet’e seslendi ve çay
getirmesini istedi. o sırada da sordu:
-mehmet, şimdi ben bu hanıma çay ikram edeceğim ama ne diyeceğim yanlış anlamasın?
-ha şöyle sonunda be refik abi. gift desen anlar o ya çok dert etme.
-sağolasın lan bir işe yaradın sonunda koş kap bir çay şimdi!kadın büfenin önündeki masalardan birisinin sandalyesini çekti, çantasını yere koydu ve oturdu.
önemli birisine benziyordu. belki bir iş kadını? belki de bir siyasetçi? aman, refik başına bela
almasın şimdi bir de?
zaman içerisinde başka turistler büfeye uğradı. çay ise hala yoldaydı. bir anons yapıldı ama
ingilizce bilmediği için anlamadı. ya arızanın giderildiği ve trenin harakete geçeceği
anonsuyduysa? refik telaşlanmaya başladı. birkaç dakika sonra kadın da ayağa kalktı. refik’e
dönüp “thank you!” dedi refik bunun ne demek olduğunu, kadının teşekkür ettiğini biliyordu ama
oysa ki çay her an gelecekti. biraz daha oturmasını söylemek istedi. ne diyeceğini bilemedi. neydi
o kelime, mehmet demişti? belki de o işine yarardı. git miydi? ne giti ya, refik kalmasını
istiyordu. hayır, yoksa gef miydi? yok, değildi. nerede kalmıştı o çay? belki anlar diye son çare
seslendi:
-çay ısmarladım gelir şimdi az otursanız?
kadının suratında bir şaşkınlık vardı. neler döndüğü hakkında hiçbir fikri yoktu. yine de borcunu
ödemek için cüzdanına doğru uzandı, ama refik kadının parasını kabul etmedi.
neydi o kelime? hatırlasa, söylese her şey çözülecekti!
kadın yine bir şeyler söyledi ve yoluna devam etti. aniden dönüp tekrardan teşekkür etti ama bu
sefer farklıydı.
-thank you for your sweet gift!
evet! kelime oydu! gift! ama çay daha gelmemişti ki, neyden bahsediyordu acaba? diyecek bir
şey bulamadı, gülümsemekle yetindi. farkında değildi ki aslında kadın sadece saati sormuştu, ve o
ise gidip durduk yere ona yemek ısmarlamıştı.
devamını gör...
çay

tartışmışlardı.
konu hiç değişmiyordu..

kadın odanın içinde ulaşabildiği, gücünün yettiği her şeyi odanın her tarafına tüm kızgınlığı ile savuruyordu. masanın üstündekiler, kitaplıktakiler, televizyon kumandası ve tabii ki dün kendisine alınmış çiçeklerin içinde durduğu vazoyu da unutmamıştı..

adam, kapının sövesine yaslanmış kollarını bedeninde bağlamış bir halde öylece duruyordu.

savuracak bir şeyler bulamadığını fark etti, kadın. odanın ortasında duruyordu. her şey odanın içine dağılmıştı. şiddetli bir tartışmanın izlerini üzerinde taşıyan orada burada bulunan eşyalara baktı tek tek.

adam, kadına doğru hareket etti. kadını ensesinden tuttu. bir köpek yavrusunu kapının önüne koyar gibi evin dış kapısının önüne bıraktı. kapıyı kapattı.

üzerinde pijamalarıyla kalakaldı kadın. saat geçti. merdivenin ilk basamağına oturdu. ayağındaki panduflara baktı. sonra birden ayağa kalktı. kendini buradan götürmesine yardımcı olabilecek bir şeyler var mı diye pijama üstünün ceplerini karıştırdı. telefon, para, evinin anahtarı.. yoktu, tüm çaresizliği ile ilk basamağa tekrar oturdu. dizlerinin üzerine koyduğu kollarına başını dayadı.

kapının açılma sesini duydu. ne kadar zaman geçmişti, hiçbir fikri yoktu.

adam aynı şekilde kadını içeri aldı, ensesinden tutulmuş bir köpek yavrusu gibi.. odanın ortasına bıraktı. mutfağa doğru yöneldi.

kadın göz ucuyla etrafa bakındı. az önce tüm hıncıyla kendisi tarafından odanın orasına burasına dağılmış tüm eşyalar tekrar yerlerindeydiler. tabii ki çiçek de.. köşedeki tekli koltuğa oturdu. ayaklarını yukarı kaldırdı ve başını ellerinin arasına aldı.

adam odaya girdi. bir eliyle servis sehpasına uzandı. “çay yaptım.” dedi.
..
çay henüz her şey bitmedi, demekti.
içmedi kadın.


edit: yazarların kendi yazdığı ,kim bilir belki de yaşanmış olan hikayelerini paylaştığı başlıktı. ama başlık "ah kimselerin vakti yoktu, durup ince şeyleri anlamaya" diyen gülten akın'ı hatırlatıyordu. siz yazın yine de ben okuyorum.
devamını gör...
biliyordun kendini de, onu da...

sen sahildeki kumdun hep, o ise dalgaydı süregelen şekilde.
gelip gelip ondan biriktirdiklerini senden almaya çalışıyordu. o sana geliyormuş gibi olsa da sen ona gidiyordun hep üstelik.
bir rüzgar çıkıyordu, bir lodos esiyordu o gelip acısını senden çıkartıyordu. sen her hali ile onu kabul ediyordun. hak edilmiyor olması sevgiyi geçersiz kılmıyordu henüz senin topraklarında ve egemenlik kayıtsız şartsız millete değil sevdaya aitti, teslim bayrakları gönüllü çekilmişti. bu kadar kolay fethedilmişti sınırlarını kesin çizgilerle çizdiğini sandığın, kimseleri kabul etmeyeceğini sandığın benliğin.

gelgitler zorluyordu en çok da;
uzaklaşmaya çalışıyordun olmuyor, yakınına gidince de dağılıyordun hep olduğu gibi.
parçalarını bir araya getirmek asırlar sürüyordu sanki...

milyon tane olasılık varken "neden o" diye milyon kez soruyordun kendine bir de, cevabı yoktu, olmamalıydı da... mantıklı bir cevap varsa zaten sandığın şey değildi başına gelen. tamamen olasılıksız, tamamen mantık dışı ama tamamen dünyanın en güzel mantıksızlığı. yıldızları saymayı denemek gibi, bir yerden başlayıp bir yerde bitmeyecek bir çaba. savrulduğun yerden tanelerini toplayıp yeniden ve yeniden başlamak, bitmeyen bir umutla ama her onun sesini duyduğunda yanan canınla, bazen bile isteye bazen istemsizce akan gözyaşınla, sevmek birini dünyanın en ağır yüküydü omuzlarında...

ve sonra sonra anlıyordu insan mevzu ortak bir pencere ya da aynı pencereden bakmak değildi aslında, herkesin penceresi farklıydı zaten. belki de o pencereden bakıldığında görülmek istenen sen değildin, belki de bir pencere bile yoktu ortada...
devamını gör...
açılışımı kısa zaman önce yazdığım rüyaya ağıt isimli kısa hikayem ile yapıyorum.

karşılaşmalarının üstünden çok da fazla zaman geçmemişti. yollarını kesiştiren irade ona daha büyük sürprizler hazırlıyordu ama celil bu durumun pek de farkında değildi. arzu ile geçirdiği günlerin keyfini çıkarmakla meşguldü. yıllardır hayalini kurduğu mutluluk belki de bu sefer onu bulmuştu. normal zamanda çok da hareketli sayılmayan bir hayatı vardı celil'in. hayatını kitaplarıyla paylaşıyor, arada sokak hayvanlarını beslemeye çıkıyor, sahilde kısa günlük yürüyüşlerini tamamlayıp dışarıda çay bile içmeden evine yollanıyordu. asosyal denilebilecek bir tipti. liseden kalma birkaç yakın arkadaşı ve askerlikten samimi olduğu birkaç tertip dışında düzenli görüştüğü kimi kimsesi yoktu. ailesinden ayrı tek başına kadıköy'de ufak eski bir artı bir dairede yaşıyordu. bu aralar iş arıyordu bir yandan da, babasından kalma parası yavaş yavaş suyunu çekiyordu. eski işinde yaptıklarından memnundu ama etrafındaki insanların dedikoducu, çıkarcı tavırları ve onun alttan alta kuyusunu kazmaları canına tak etmişti. sürüden biri olmayı çocukluğundan beri kabullenemiyordu. sürüden ayrılınca da haliyle kurt kaptı. annesinden gelme bir özellikti idealistliği, ona göre insanlar belli bir ideal üzerine yaşamalıydı. başka insanların haklarına riayet etmeli, onları konfor alanlarına dan dun girmemeliydi. saygı ve sevgi çerçevesinde iş ilişkileri düzenlenmeliydi. ama bizim ülkede işler pek de öyle işlemiyor azizim. aradığın ütopya evrenini bulursan bize de haber ver celil. arkadaşlarının onun ortamlardan(iş, okul, arkadaş çevresi) kopuk hallerine karşı ona böyle takılıyorlardı. sahiden de ütopya benim bu aradığım düzen diye hak da veriyordu onlara ama huylu huyundan vazgeçmez. kafasına yatmadığı noktada ceketini alıp gidiyordu bulunduğu ortamdan. yanında rahat hissedebildiği sınırlı sayıda insan vardı. bunların arasına son zamanlarda gönlünü çiçek bahçesine çeviren arzu da eklenmişti. şans eseri gittiği bir tiyatro oyununda yanındaki koltukta bulmuştu onu celil, sanki yıllar öncesinde orada bırakmıştı da yeniden kavuşmuşlar gibiydi. çoğunlukla sinema, tiyatro yalnız gidilen aktivitelerdi onun için. tevafuk bu ya, arzu da öyle bir kızdı. modadaki oyun atölyesinde gregory gorin'in kundakçı oyununda yolları kesişmişti. oyun sonrası laf lafı açtı ve kendilerini karşılıklı kahve içerken buldular, telefonlar alındı, mesajlaşmalar devam etti. normal celil hızına göre her şey ışık hızında ilerliyordu. bunları asker arkadaşı taner'e anlattığında sen ne ara böyle girişken oldu diye hayretle dinlenmişti. ama olmuştu, belki de yıllardır içinde biriktirdiği duygular önündeki setin aniden çekilmesiyle sel misali akıp onu da beraberinde sürüklüyordu. günlerden bir gün kadıköy boğa'da tekrar buluştular. her ne kadar uzun sayılabilecek- iki ay - bir süredir tanışıyor olsalar da hala birbirlerinin hayatlarının detaylarını tam da bilmiyorlardı. iki gün öncesinde celil rüyasında arzu'yu görmüştü ama bu pek de iç açıcı bir rüya değildi, daha çok kabus denebilirdi. onun fotoğrafını ama çok değişmiş bir şekilde ekranda görüyor ve altında aranan terör sempatizanı olarak haber başlığını okuyordu. kabusunda arzu terör saldırıları düzenleyen bir grubun kadıköy temsilcisiymiş. bunu ona anlatmadı tabi ama seni geçen gün rüyamda gördüm diyerek geçiştirdi. ister istemez rüya olsa da etkilenmişti bu durumdan. davranışlarına sirayet eden bir korku vardı. iki aydır ilk kez doğru dürüst konuşmayıp sadece dinledi celil. ben sana inandım arzu diyordu içinden, sana güvendim. rüyanın etkisinde saçmalıyordu düpedüz, aklı başında adamın rüya ile amel etmesi olur iş değildi ama elinden gelmiyordu aksi. bir rüya uğruna hayatının aşkına tavır mı alacaktı, kafası çok karışmış ne yapacağını bilemez haldeydi. aradan geçen günlerde bu konu aralarında mevzu olmadı belki ama celil hala rüyanın etkisini atlatamamıştı. mevzuyu yakın arkadaşı taner'e açmaya karar verdi, ona anlattıktan sonra alacağı tepkiyi aslında az çok tahmin edebiliyordu. anlatmadan önce rüya tabirlerinde baktığı yorumlar da endişesini bir nebze daha arttırmıştı, olumsuz gelişmelere yoruyordu düpedüz tabirler. taner bu yaptıkların akıl alır değil, bir rüya uğruna sevdiğin kızla arana mesafe koymak olur iş değil dese de pek tesiri olmadı bu lafların celil üzerinde. yoksa rüya bahane miydi, celil zaten bir ilişkiyi doğru dürüst yürütebilecek bir adam değildi de bahanesi bu mu olmuştu. aslında bilinçaltı ona bu oyunu bilerek oynamıştı, sen zaten asosyal, kendi kendine yalnız ölüp gidecek bir adamsın celil, ne işin olur aşkla meşkle. evet beklenen oldu, kafasına yatmayan bu ilişkiden de ceketini alıp gitti celil, ortada mantıklı hiçbir açıklaması olmadan terketti arzu'yu. o gece tekrar rüyasında arzu'yu gördü, bu sefer neler gördüğünü sabah hatırlayamadı. uyandığında taner'in onu on yedi kere aradığını gördü, telefonu gece sessizde kalmıştı. neyin nesi bu ilgi acaba diye düşünerek geri döndü arkadaşına. taner'in sesi boğuk bir o kadar da hüzünlüydü. söylediklerinden sadece birkaç kelimeyi doğru dürüst anlayabildi, arzu , boğanın orası, bomba patlamış, çok üzgünüm celil, başımız sağolsun.
devamını gör...
kavuşamayanlar

kim bilir kaç yılı tüketmişti karanlığın içinde debelenerek. beyninin ona oynadığı garip oyunun sonu gelecek mi bilmeden, adımları birbirine karışarak dolanıyordu zihninin dehlizlerinde. hayatından kim bilir kaç bahar geçmişti yaprakları yeşermeden. bir umut ışığı olarak görmüştü çiğdem'i, karanlığın içerisinde okyanus ortasında bir deniz feneri. ellerini uzatıp onu bu kör kuyulardan çıkaracak bir can yoldaşı. onu kaybetmek demek, pusulasız bir gemide okyanusun ortasında hırçın dalgalara karşı gemisini güvenli bir limana yanaştırmak için beyhude çabada olmak demekti. gözü gibi bakmalıydı, gözünden bile sakınmalıydı, ama olmadı. her zamanki beceriksizliği, korkaklığı yine her şeyi eline yüzüne bulaştırması ile sonuçlandı. yeni doğmuş yavru bir kediyi avuçlarının arasında tutar gibi hassas ve narin yaklaşmıştı başlarda ona. sönüp gidecek cılız bir ateşi harlayabilmek için ne gerekiyorsa yaptı. ama sonrası hiç de istediği gibi olmadı.

annesinin başlarda haberi olmamıştı bu ilişkiden. galip'in annesi bu yaşına kadar onu tek başına büyütmüştü, babası o henüz iki yaşındayken öbür dünyaya göçmüştü ve bütün sorumluluk tek başına annesine kalmıştı. bu sebeple galip'in üzerinde annesinin hakkı da etkisi de çoktu. galip kendi başına sorumluluk almayı, hayatını idame ettirmeyi geç öğrendi biraz da bu sebepten. hemen hemen tüm kararlarında baskın bir anne etkisi mevcuttu. çiğdem ile ilişkisinde de durum biraz böyle oldu. raydan çıkmış lokomotifler birbiri üstüne ardı ardına devrildiler. kondüktör hayatının hakimiyetini annesinin ellerine bıraktı ve olanlar oldu. paylaşmak zordur sevgiyi, sevdiğini paylaşmak ise neredeyse imkansız. annesi, onu canından çok seven annesi, paylaşmadı onu. yalnız kalma korkusu mudur yoksa gerçekten içine sinmedi mi de böyle şiddetle karşı çıktı anlayamadı galip. hayatlarına damdam düşercesine girdiğini düşündüğü, zavallı galip'in kalbinin kızıl saçlı goncası anne otoritesine yenik düşüp oyun dışı kaldı. dalından koparmadı belki onu ama, galip'in sulamasına da izin vermedi ve kurumaya bıraktı. şimdi her şey başlagıçtaki haline döndü. galip kendinden habersiz, boş bir sokakta sağa sola seyirterek aşkını arıyor, hiçbir zaman kavuşamayacağı.
devamını gör...
trenden son anda atlamıştı. özgürlüğünü bu cesurca hamleye borçluydu. biraz daha geç atlasa köprüden aşağıdaki akan nehre uçacak belki de parçasını bile bulamayacaklardı. biraz daha erken yapayım dese inzibatların teftiş anına denk gelecek, yakayı ele verecekti. başarmıştı mustafa, kimselere yakalanmadan firar etmeyi becermişti.

cumhuriyetin ilk yılları. yokluk her yeri esareti altına almış. yıllarca süren savaş sonrası enkaz yerine dönmüş anadolu’da yaşama tutunmaya çalışan mağrur bir millet. elde avuçta ne varsa cepheye gönderen, kendinden önce vatanın istikbalini düşünen fedakar insanların yurdu. savaşlar bitmiş yepyeni filizlenen devletin tohumları atılmıştı. ama uzun seneler süren savaşın yarattığı tahribatın etkileri uzun yıllar atlatılamayacaktı. işte bu yıllarda mustafa ailesini geçindirmek için köyden sürekli şehre gelip gidiyor, orada hayvan pazarında koyun satıyordu. ekip biçtikleri anca kendi karınlarını doyurmaya yetiyordu.

yovanaki, anadolu’daki yunan azınlığın maceraperest bir ferdiydi. hikayesini ilginç kılan ise onun kaçak silah tüccarı olmasından mütevellitti. yovanaki anadolu’daki azınlık çetelerine yıllarca silah temini sağlamıştı. uzun zamandır aranıyordu ve sonunda karaman’da bir batakhanede enselendi. yargılanmak için karaman’dan konya’ya götürülecekti. zabitler ellerini kelepçeleyip trene bindirdiler. boncuk boncuk terliyordu yovanaki. asılması kesindi. zaten bu zamana kadar istim üstünde yaşamıştı sürekli ama hayatının bu kadar erken sonlanacak olması sebebiyle şimdi oturup çocuk gibi ağlamak istiyordu.

mustafa eniştesiyle görüşmek için karaman’a gelmişti. uzun zaman olmuştu görüşmeyeli. hem bir hal hatır sormak hem de biraz borç istemeye gelmişti. hayvanların bir kısmı bu sene hastalıktan telef olmuştu. haliyle satıştan istediği kazancı elde edememişti. kışı çıkarabilmek, erzak yakacak temin edebilmek için biraz borca ihtiyacı vardı. bu sebeple eniştenin kapıyı çaldı, o da sağolsun ikiletmedi. bir yükü sırtından atmışcasına rahatlamış bir biçimde tren garına yollandı.

kompartımana girdiğinde elleri kelepçeli yunanı karşısında buldu. yanında iki zabit, ortalarına suçluyu almış karşısında oturuyorlardı. bir suçluyla aynı ortamı paylaşmak onu huzursuz etmişti. normalde suçlular bir yerden başka bir yere nakledilirken diğer insanlardan izole bir ortamda bulunurlar ama yovanaki’nin işi biraz aceleye gelmişti. yer olmadığından normal yolcular ile aynı kompartımanı paylaşıyordu. tren kalktı, karşılıklı yolculardan biri mutlu, huzurlu diğeri bedbaht, rahatsız bir ruh haliyle yolculuklarına başladılar. trenin kalkışından on beş dakika sonra zabitlerden biri hava alma bahanesiyle suçluyu arkadaşına emanet edip koridora çıktı. kapıya doğru yönelip bir sigara tellendirmeye başladı.

bu sırada diğer zabit inceden inceye mustafa’yı süzüyordu. sanki bir mevzu olsa uzun uzadıya konuşacak gibiydi ama üşeniyordu. yola çıkalı bir saat olmuştu ama diğer zabitten eser yoktu. paketi içse bitirirdi, nerede kiminle muhabbet ediyor diye hayıflandı suçlunun başını bekleyen. işin kötüsü tuvalet ihtiyacı hasıl olmuştu, zaten on beş dakikadır tutuyordu. elleri kelepçeli diyerek bir aklından geçirdi mahkumu yalnız bırakmayı. sonra tekrardan bakışları mustafa’nın üzerinde gezinmeye başladı. birader ben beş dakika hacet giderip gelene kadar bu yonana göz kulak olun mu diye sordu artık sonunda. dayanacak gücü kalmamıştı çünkü. içinden bir ses hayır mı desem başıma mesuliyet almasam diye bir ses geldi gitti mustafa’nın. neyse kısa sürer diyerek mahcup bir ifadeyle kabul etti.

zabit kompartımandan ayrılır ayrılmaz yovanaki girdi söze. nerelisin, kimlerdensin muhabbetinden sonra beni suçsuz yere asacaklar diye palavradan ağlamaya başladı. ben normalde aksi bir iş yapmadım, ortağım bana kazık attı, suç benim üstüme kaldı o kaçtı diyerek mustafa’nın kanına girmeye çalıştı. gel kardeş, sen bana yardım et, ben de sana yüklü yardım ederim kurtulunca dedi. şu an için ihtiyacı olmasa da – enişte sağolsun – zor günler ardı arkasına geliyordu. suçsuzluk durumuna inanır gibi oldu bir ara bizimkisi. bu zamanda ne hikayeler duyuyorlardı, yargısız infaz olmasın isterdi. zabit gelmeden trenden atlarız diyerek işlemeye devam ediyordu karşısındakini yovanaki. koridorda o sırada devriye gezen inzibatlardan biri aniden odaya daldı. her ikisi de dut yemiş bülbül gibi sustular aniden. neyse ki uzun durmadan diğer kompartımanlara göz ucuyla baka baka uzaklaştı inzibat. yovanaki son çare belindeki keseyi gösterdi göz ucuyla. bak buradaki altınları bölüşürüz. en son dayanamadı mustafa, sen benim başımı belaya mı sokacan birader durduk yere diyerek yakasından tutup silkeledi yunanı. sonunda heladan dönmeyi başaran zabit o anda kapıdan girdi. ikisini o halde görünce ne bu hal ne oluyor diyerek hiddetlendi. yovanaki direkt kıvrak bir biçimde söze girdi, bu herif beni kaçmaya ayartıyordu, karşılığında da altın kesemi istedi. mustafa neye uğradığını şaşırdı, nutku tutulmuştu. hayır, yok öyle bir durum demeye kalmadan zabitin sorgusu başladı. birader biz sana adam emanet ediyoruz ayırt diye mi diye öfkeli bir şekilde bağırdı. vatan haini misin sen kaçakçıyla bir oluyorsun.

mustafa ne yapacağını ne diyeceğini bilemedi, ter bastı bir anda her yanını, soğuk soğuk terledi. bir anda suçsuzken suçlu duruma düşmüştü, hem de gerçek suçlunun sözüyle. aniden yerinden fırladı. kompartımandan çıkıp kapıya doğru koştu can havliyle ve bir hamleyle açıp aşağı atladı. bizim suçsuz suçlumuz mustafa başarmıştı, firar etmeyi becermişti.
devamını gör...
kafa yazarların, kafa hikayelerini barındıran bir başlık olması dileğiyle...


jetonum bitmese geri dönüp son bir şey daha söylemek için tekrar arardım, uzun zamandır parasızdım ama bir şekilde karnım doyuyor çöplerden çıkardıklarım onlarca kediyle birlikte ziyafet çekmemize yetiyordu. 5 aydır sokaklardayım daha önce nerdeydim hatırlamıyorum aslında ben hayatımın sadece son 5 ayını hatırlıyorum sokakta uyandım kar yağıyordu ama sıcaktı dizlerimi karnıma çekmiş ayaklarıma sarılmıştım üşüdüğümden değil sanki anne karnındaydım. önceden neredeydim kimdim bilmiyorum hatırladığım tek şey sokakta uyandığım belkide ben önceden yoktum bir anneden doğmadım, bir anda bu sokakta belirdim. belki tanrı beni kedilerle birlikte çöpleri karıştırayım diye bi anda bu şekilde yarattı buraya bıraktı beni.

iyi ama konuşmayı düşünmeyi bunca şeyi nerden öğrendim belliki önceden de vardım. hafızamı kaybetmişsem falan belki ondan biliyorum konuşmayı, belkide tanrı full paket program yarattı beni. bilmiyorum, tek bildiğim sokakta uyandığım. 5 aydır burayı terketmedim nereye gideceğimi bilmiyorum esasında korkuyorum, bu sokak doğurmuş sanki beni, ilk bu çöp kutusundan emzirmişim, kediler kardeşlerimmiş, sokaktaki tabelalar gelip geçen binlerce insan hepsi bir evin içindeki eşyalar gibi. kokuyorum diye kimse benimle konuşmaz, bazen öylece kaldırımın kenarında oturmuşken önüme bozukluk paralar atarlar. bir sürü topladım ama hiç bir zaman bişey satın almadım. bir türlü bir şeye ihtiyacım olmadı. 5 aydır hiç bir şey istemedi canım. ayakkabısızlığa öyle alıştım ki asfaltı kaldırımı hissetmek çok hoşuma gidiyor. daha önce hiç ayakkabım oldu mu acaba. hiç bir şeye ihtiyacım olmadı taa ki o güne kadar.

ben henüz 3 aylıkken -sokak yaşımdan bahsediyorum- çöpten topladıklarımla sokağın güneşli köşesinde kahvaltı yaparken gazete kağıdında bir resim gördüm bana çok benzeyen traşlı giyimli bir adam altında da ünlü oyuncu 3 aydır kayıp yazıyordu. hayatım altüst oldu o an bu lavuk ben miyim acaba diye sıkıntıya düştüm. parkeden araçlardan kendi suratıma bakıp bu ben değilimdir diye defalarca baktım burnumun kenarında ve sol yanağımda iki ben var resimdeki lavuğunkilerde aynı yerde gülüşümde aynı delirecektim neredeyse.

bütün dünyam yerle bir olmuştu, artık sokakta çöpten bulduğum bereyi ve gözlüğü takmaya başladım ya biri beni tanırda polise ihbar ederse diye korkuyordum. ben sokakta doğduğuma daha doğrusu belirdiğime inanıyordum öyle huzurluydumki anne karnında gibiydim çöplük bana her şeyi veriyordu hergün başka bir süprizle doluyordu hiç bir ihtiyacım yoktu onlarca kedim vardı hiç bir sorunum yoktu üstelik tanrı beni bir anda böylece yaratıp bu sokağa göndermişti bana bir çöplük vermişti herşeyim tastamamdı. şimdi bir anda karşıma çıkan bu resim bu ben kılıklı adam...

iki ay boyunca çok sıkıntı çektim yüzümü insanlardan gizleyerek yaşadım daha sonra dayanamadım gazetedeki numarayı aramak istedim. eğer o adam gerçekten bensem şuan beni arayan bir ailem olabilir diye düşündüm. yaşadığımı bilmelerimi gerek yoksa öldüğümü düşünmeleri daha mı iyi bilemedim. büfeden jeton alıp sokaktaki ankesörlü telefondan numarayı çevirdim.

-sabah gazetesi ihbar hattı.

-alo.

-buyrun beyefendi.

-kaybolan ünlü oyuncu için aramıştım.

-ferit utku mu?

-evet onun için.

-evet anlatın dinliyorum bir bilginiz var mı onun hakkında?

-önce sormak istediğim bazı şeyler var.

-tabi buyrun.

-bu adamın bir ailesi var mıydı?

-bildiğim kadarıyla bir sevgilisi var sadece evli değildi.

-peki adamı seviyor muydu o kadın.

-nasıl anlamadım.

-adamı seviyor muydu?

-beyfendi lütfen beni oyalamayın bi bilginiz yoksa lütfen meşgul etmeyin bizimde işimiz gücümüz var yüzlerce gereksiz ihbar alıyoruz yormayın bizi lütfen bir bilginiz var mı kayıp şahısla ilgili?

-....

telefonu kapattığımda nasıl rahatladığımı anlatamam çocuğum yok karım yok. sadece sevgili, sevgili dediğin nedir ki çoktan beni unutup başkasını bulmuştur bile zaten artık ben bambaşka biriyim evim sokak adım hiç kimse. burda belirdim ben, tanrı beni bu sokağa gönderdi burda varoldum ben.

jetonum bitmese dönüp son bir şey daha söylemek için tekrar arardım, uzun zamandır parasızdım ama bir şekilde karnım doyuyor.
devamını gör...
geçmek bilmeyen bir mide bulantısı. kaçmak istedikleri dönüp dolaşıp midesinde düğümleniyor ve bir anda ağzından dışarı doğru hücum etmeye başlıyor. senelerin birikimi mi yoksa şu son birkaç lanet ayın acısı mı çıkıyor bünyesinde bilemiyordu samet. tek bildiği kusmamak için kendisini zor tutabildiğiydi.

balıkesir ona iyi gelir diyerek çıkmıştı yola. sessiz sakin, gürültü patırtıdan uzak, kendine daha fazla zaman ayırabileceği huzurlu bir yuva. işler istediği gibi gitmedi tabi. öyle olsaydı şu an midesi ağzında, hayattan pek de bir beklentisi kalmamış bir şekilde geziyor olmazdı. iyi günde yanında olanlar yokuş aşağı giderken çarpıp düşürmesin diye yanından yöresinden çekilmişlerdi. mazallah yokuş aşağı beraberinde sürükler, kendi dipsiz çukuruna çeker. neme lazım, bırakın kendi haline.

bundan bir yıl öncesine git, ondan iyisi yok. mesai ile geçen geceler, soluksuz çalışmalar meyvesini vermiş, performansı amirlerince takdir edilmişti. samet’in başlardaki çekingen, içine kapanık geçirdiği günler de yerini daha canlı olduğu, etrafındakilerle daha çok şey paylaştığı güzel günler almıştı. yaşadığı yere de yavaş yavaş alışıyordu. bir dönem istanbul’u bile aramaz olmuştu. ilerleyen zamanlarda buradan kurtulmak için olmadık hallere düşeceği aklının ucundan bile geçmezdi.

taner bey, samet’in patronu, onu bu iş için özellikle seçmişti. hikayesi mi etkiledi yoksa kendi gençliğinden izler mi görüyordu onda bilinmez ama özel ilgileniyordu çalışanıyla. gelişimi için elinden geleni yapıyordu. bu durum samet’le benzer pozisyonda olan diğer çalışanlarda biraz çekememezlik yaratıyordu tabi. onun ayrıcalıklı olduğunu düşündüklerinden şimdiden mesafe koymaya başlamışlardı. ne kötü duygudur kıskançlık, insanın sağlıklı düşünmesine engel olduğu gibi yersiz, mesnetsiz hükümler verdirerek karşıdakine hiç haketmediği muameleyi göstermeye kadar giden tehlikeli bir yol. gözüne perde iner kıskananın, artık karşıdakini olduğu gibi görmeyi bırakır, kırık bir aynada sadece yamuk bir aksi gözlerinin önünde kalır. şekilsiz, her parçasında orantısız bir görüntü.

yükseliş devrinden sonra gelen duraklama devrini samet’in aldığı performans ödülü başlatmıştı. uykusuz gecelerin, sabahtan akşama eşek gibi çalışmanın karşılığı iki aylık maaş ikramiyesi aldı. bunun duyulması da hiç hayrına olmadı. yavaş yavaş kuyu kazılmaya başlıyordu. önce bahar attı ilk taşı, en günahsız olan o değildi ama hiç şüphesiz en cüretkar olan oydu. samet’in iki aydır çalışıp çabalayarak sona getirdiği projeyi baltalayarak başladı işe. kendi sorumluluğunda olan bölümleri doğru dürüst tamamlamadığı gibi ısrarla samet’in hata yaptığını taner bey’e dikte etmeye çalışıyor, bu konuyla ilgili daha nice olmadık ithamda bulunuyordu.

normal zamanda başı çok kalabalık olan, toplantıdan toplantıya koşan taner bey’i punduna getirmek bahar gibi tecrübeli bir spekülatör için çok da zor olmayacaktı. ekip lideri teoman da samet’e geldiği günden beri amiyane tabirle ayar oluyordu. teoman’ın da desteğini alarak samet’in gözbebeği projesini karaçalan bir rapor hazırladılar. başlarda onlara şüpheyle yaklaşan taner bey teoman’ın tecrübesibe güvenerek projenin baştan gözden geçirilmesini, bu sürede de tecrübesiz olan samet’i desteklemelerini, teoman’ın ona bir yerde abilik yapmasını rica etti. yusuf’u kuyuya atan abilerdendi teoman. bu fırsatı sektirmedi tabi. taner bey’in yol vermesiyle samet’in tepesine zebellah gibi çöktü. bahar’ın da keyfine diyecek yoktu, rakibini ilk rauntlarda alt edemediyse de bu son raunt oldukça iyi iş çıkarmış nakavta ramak kalmıştı. bu projede onlarca saat emeği olan, ince ince işleyerek son noktaya gelen samet için baştan başlamak işkencelerin en büyüğüydü. hele ki olmayan hatayı bulmaya çalışmak iğneyle kuyu kazmaktan farksızdı ama nafile. karar ani ve mantıksız olsa da -doğru dürüst değerlendirme olmadan- verilmişti bir kere.

samet istemeye istemeye de olsa projeyi baştan gözden geçirmeye başladı. teoman efendi patron edasıyla tepesinde, bahar cadısı ise yanı başında onun emeğini iç etmek için ellerinden gelen bütün çabayı sergiliyorlardı. teoman proje yönetim metodolojisini sanki samet’e ilkokulda okuma yazmayı öğretirmişçesine anlatıyor da anlatıyor, senin bu yaptığın iş özensiz, profesyonellikten uzak bir acemi işi diyerek kılıcı çekip boğazına dayıyordu. samet’in sabrı yavaş yavaş tükeniyordu, bu seanslar tam bir hafta sürdü. geceleri teoman’ın gelmişinden giriyor bahar’ın geçmişinden çıkıyordu. her gece ölmüşlerine rahmet okutan bu iki dingilin de keyfine diyecek yoktu. bizim çocuğu sonunda canından bezdirmeyi başarmışlardı.

yavaş yavaş yaptığı işten soğuyan samet’in asıl sıkıntılarından biri de komşuları oldu. biri köpek besler gürültüsüyle, pisiyle uğraştırır, biri öğrenci arkadaşlarıyla partiler sabaha kadar ortalığı inletir, yeni evlisinin kavgası eksik olmaz, dört bir yandan kuşatılmıştı. bulabildiği tek düzgün bekar evinin de böyle saçma yönleri vardı işte. geceleri gürültü patırtıdan doğru dürüst uyuyamadığından işe de berbat bir biçimde gidiyordu. belki kısa süreli bir durum olsa idare ederdi ama bu manyakların duracağı yoktu. biri bitse diğeri başlıyordu. ev sahibi ile konuşmak da bir halta yaramamıştı. bir iki uyarsa da herifi sallayan yoktu. zaten bekar adama anca böyle ev verilir tükürdüğümün yerinde diye içinden saydırdı samet. yapacak bir şey yoktu.

teoman bahar ikilisinin attığı kurşunlar hedefi bulmuştu, samet yavaş yavaş kan kaybediyordu. nihayete erdirdiği proje ellerinden kayıp gitti. evdeki dengesiz durumlar da modunu düşürdüğünden çok da direnebilecek hali yoktu. taner bey ile konuşup projenin koordinatörlüğünden çekilmek istediğini iletti. beceremediğini, daha tecrübeli birinin işi yürütmesinin daha doğru olacağını ekledi ve kendini bir şekilde azlettirdi. taner bey teoman’ın kendisini bir gece öncesinden işlediğini, samet hakkında onu dolduruşa getirdiğini paylaşsaydı, oğlum bu işte senin iki aylık emeğin var, kolay mı öyle pes etmek, sen başardın aslında onlar işin içine etti deseydi bir şey değişir miydi bilinmez ama bu herif o kalıbın adamı olmayı beceremedi. tamam samet, sana bundan sonraki iş hayatında başarılar dileriz, bundan sonrası için seninle bu şartlar altında ilerlememiz mümkün değil diyerek vazifesini layıkıyla yerine getirdi.

bizim çocuğun talihinde hiçbir başarı cezasız kalmaz sözünün gerçekliğini ispatlayan bir hikayede mağdur rolünü oynamak varmış. ne diyelim, nasipten öteye yol yok.
devamını gör...
ben seni severdim, her vakit gözlerim bağırdı. ve fakat kulakların sağırdı. sırtımda yükün ağırdı, ağırdı, ağırdı...
devamını gör...
gökyüzünün zifiri karanlığa boğulduğu, bulutların arasından tek bir yıldızın gülümsemesine izin vermediği bir gecede kapadı gözlerini kadın. dışarısı buz gibiydi. üzerine aldığı şala rağmen soğuk, hafifçe teninde geziniyor; küçük dokunuşlarla diri hissetmesini sağlıyordu. fondaki müzik, hüznü içine dolduruyordu. "... gözümü sen bürüdün ama hazan gelmemişti henüz... "
açtı gözlerini tam karşısında bir yıldız parıldamaya başlamıştı. yıldızın gülümsemesi yansıdı kadının dudaklarına. kadehinden bir yudum aldı, içi ısınıverdi birden. düşündü, hayat da böyle değil miydi? hiç beklemediğimiz bir anda bulutlar birden dağılıveriyor, bir gülümseme yüzümüzü aydınlatmıyor muydu? bir gülüş, sıcak bir ses sarmalıyor, mutluluk iliklerimize dek işlemiyor muydu? sahi neydi bu hissin adı? sonra düşündü neden her şeye bir isim, herkese neden bir rol dağıtıyorduk ki? onun bir adı olmasın da gülüşü hep yanında kalsın, onun da rolü olmayıversindi.
devamını gör...
aklımda o…

sigaram bitik. parmaklarım uyuşuyor, beynimde bir uğultu. çocuğu gönderdim bakkala, gelmek üzere. yüzümü bile yıkamadım. çocukların yüzünü melekler yıkarmış. çayı bekletiyorum. ardından sigara gelmeyecek bir çaya yüz vermedim hiç. çocuk gelmek üzere. damarlarımda bir serinlik, bir iki egzersiz yaptırıyorum yüreğime sabah sabah. az sonra gelecek. parmaklarımdaki karıncalanma çözülüyor, beynimdeki uğultu perde perde uzaklaşıyor. ciğerlerimde bir serinlik, ilk nefesini alacak bugün. kuruldum. gözlerimdeki ışıltı karşı duvara çarpıp geri yansıyor gözlerime. çocukların yüzünü melekler yıkarmış, tutup gözlerinden öperek. içimde, sultan süleyman’ın bile kıskanacağı bir suret. yüreğim kolaçan ediyor dört bir yanı, gönderebilir diye ifritlerinden birini. bugün bütün kelimeler benim kulum. bugün ilk sebep benim. bugünümün tanrısı benim! rızkı ben vereceğim bugün kendime, hesabını ben göreceğim kendimin, ben affedeceğim kendimi bugün, ben yakacağım, ben dua edeceğim bana isteyerek benden beni. son perde de uzaklaşıyor uğultudan beynimdeki, tırmalayarak duvarlarını içimin. bugünün dünden farkı yarını olmaması. günübirlik yaşıyor ruhum. beynimin gözü öte boyuta uzanacak kadar tamahkar. gelecek az sonra…

dün gece birileri düşümde bütün boyutlarımı bir çuvalın içine doldurmuş gibi birbirine karıştırmış. hangi cümlenin ucundan tutsam üç kelime sonra tükeniyor, birbirine girmiş onlarca düğüm. biri beni gece düşümde ansızın yakalayıp karıştırmış. şu cümleye bakın ucundan tuttuğum; rabbim, verdiğin bütün nimetler yüreğimizin dişini dahi doldurmuyor, düğüm, ikinizi yan yana getiremiyorum, bir düğüm daha, ya sen olmayacaktın ya o! ucu görünmeyen başka bir cümlenin düğümden sonrasını okuyayım size: kişinin yarattığı bir şey ondan daha anlamlı olabilir mi!? başka bir cümle sonu görünmeyen: omuzlarındaki rakib ve atid’i bana gösterdin ya… elimi daldırıyorum içime, bir avuç cümle, birini tutup çekiyorum, kopuyor ortasından: aklımda o! devamını bulmaya çalışıyorum cümlenin, daldırıyorum, kopmuş her cümlenin başına sonuna ekliyorum…

arkamızda polis ara sokaklarda koşuyoruz, hedef: fomara. yürüyüşe katılan büyük kalabalık, parça parça olsa da fomara meydanında bir araya gelinecek, bir iki slogan, gündem yaratıp dağılacağız… öğle namazını kılıyoruz, her taraf sivil. en güzel abdesti siviller alıyor. beyaz takkeler, 99’lu tesbihler, hafif sakallı bazıları, bazılarınınki ise mimar sinan’ınki gibi koyu gölgeli. her biri yirmi dört ayar mümin. kendilerini ele veren tek şey bakışları. farzı kıldırmak için cemaati yara yara yürüyen imamdan bile şüpheleniyoruz. allahu ekber deyişi var ki “yakalayın!” tonunda ve sertliğinde. müezzinin, toplanın namaza diyen çağrısını “kıldığınız namaz kanunsuz, dağılın!” renginde okuyor yüreğimiz. ah şu korku! namaz çıkışı hafif bir uğultu ön taraflardan. polisle tartışanlar… çevik kuvvetin çelikten sert bakışları… bu birkaç saniyelik kararsızlıkta korkumuza yeniliyoruz. başka güne ertelesek şunu, bugün yapılacak gibi değil, hem geç kaldık gibi… amirin megafondaki şakası olmayan uyarı ve çağrıları amacına ulaşıyor. yarıdan çoğu sıvışmanın bir yolunu arıyor. ama fırsat bırakmıyor öndekiler, cami avlusunun tek çıkış kapısı var, diğerleri polis otobüslerinde bitiyor. tekbiiiirrr!! diye bağırıyor biri, vokalistlik yapıyoruz bu çağrıya. ilk polis kordonu aşılıyor. tekbirler birbiri ardınca patlıyor. kaçış yok. katılıyoruz. katılımcıların yüzde yetmişi yeni, fomara’ya hangi yoldan gidilir bilmiyoruz. soracak kimse de yok polislerden başka o arbedede. iki-üç dakika geçmiyor elli parça oluyoruz. başımızda, göbeğine kadar uzanan sakallarıyla tanımadığımız şahıslar, tekbir komutlarıyla hücuma çağırıyor bizi. hayber cengi atmosferinde yönlendiriyor bizi. halbuki uhud’taki elli okçu psikolojisiyle boğuşuyoruz. uzun sakallı mümin müslüman ağabeylerimiz götürüp bizi polisin kucağına bırakıyor. polisler bizi ayakta karşılıyor ellerinde coptan şekerlerle…

arkamızda polis ara sokaklarda koşuyoruz, hedef: hedef yok, canını kurtar!! sağda solda vatandaşlar, seyrediyorlar, ah aralarına bir sokulabilsem, biri elini uzatsa şuradan. kafamda bir ağırlık hissediyorum, kesin iki-üç dikiş gerekecek, postalların arkamdaki sesleri kulağımı çiğniyor. koşarken (kaçarken) yanımdaki arkadaşlarımı arıyorum beraber geldiğimiz. bir kaçını kaldırımda yürürken görüyorum. yırtmışlar, recep sigarasını bile yakmış, seyrediyor vitrinlerden “şok indirim” ilanlarını. bir ağırlık daha kafamda, şakaklarımdan aşağı bir şeyler usulca süzülüyor, dikiş kurtarmaz artık, yama gerek diye düşünüyorum. arkamdaki ayak sesleri birden yol değiştiriyor, allah’tan yolları bilmiyorum, çıkmaz sokağa dalmışım. ama kurtuldum ya, bu sokağın adını değiştirsinler, çünkü çıkmaz değil! elimi kafamda dolaştırıyorum, hiçbir şey yok terden başka. otobüs durağında birkaç tanıdıkla karşılaşıyorum. her birimiz bir gazi kadar gururlu… yolda giderken arkadaşlar olanların kritiğini yapıyorlar. ben camdan dışarıyı seyrediyorum. aynı ağırlık gelip parlıyor kafamda yine. çözüyorum: aklımda o…

varlık bilim yaratır, yokluk ise düşünce… öğrenciliğimiz boyunca açlık sınırında yaşadık. yine böyle sert, kara, acımasız, imansız, şirk tadında günlerimizdeyiz. yatırımlarımız hep sigaradan yana; o yoksa neyin var, o varsa neyin yok hesabı… tek öğün yiyoruz günde, o da yumurta ve yoksulluktan suratı büzüşmüş utangaç patates. kış ortası, yoksulluktan da beter! evin tek odasını kullanabiliyoruz, olabildiğince geniş halbuki. ama işgal altındayız. işgalci eyyamcılar beton kadar duyarsız, gök gürültüsü sertliğinde ideolojik. emir yukarıdan, metafiziki bir sorumluluk; metafiziki bir cübbe giyen işe anlayış sökmez, laf sökmez, hele itiraz yasak meyve kadar itici ve cennetten kovucu. varımız yoğumuz elektrikli ve ihlaslı sobamız. her bir işimizi görüyor. ters çevir, yatır üstünde çayı demle, yumurta pişir. “mustafa yağı getirsene!” “hangi yağ!?” “ bardakta biraz su getir o zaman…” yumurtaların yarısını tavaya haraç olarak vermek zorundasınız suyla pişirdiğinizde. ama tavanın alt dibini bile yalıyoruz, ne haracı!? varımız yoğumuz bu ihlaslı mümin müslüman ve itaatkar sobamız. mutfağın yolunu bile unuttuk. kullanabildiğimiz mutfak eşyamız ufak bir bisküvi kutusunu ancak doldurur. evin bir odasında karantinaya alınmışız. dedim ya işgal altındayız. ara sıra (her günün akşamı) sobamız da alınıyor elimizden, soğukta muhabbet edilemiyor, devlet kurulamıyor, yarınların hayalleri bile yanaşmıyor, yan tarafta… içimizde kutsal bir sabır. geceler zır deli, acımadan yalıyor her bir tarafımızı soğuklar, öpüyor, bedenimize şehvetle ısırıklar atıyor. fatura korkusuyla ancak yemek ve çay işlerine kullanabiliyoruz sobayı. örümcek kafalı bir kışı, ateist soğukları, sivil yoksulluğu öyle atlatmaya çalışıyoruz. kafamızdaki milyonlarca düşüncenin tek bir cümlesi bile yanaşmıyor yoksulluğumuza, ısınmak için tek bir cümlesine bile el uzatamıyoruz sırtımızdaki yükün.

aynı günlerde binlercesi imrenerek bakıyordu bize halbuki. varlık bilim yaratır, yokluk ise düşünce… aynı günlerde tarih boyu hiç yan yana gelmemiş kelimeleri kullanıyorduk aynı cümlelerde. en olmadık düşüncelerin en mahrem yerlerine el atıyor, didik didik karıştırıyorduk. aynı günlerde, kalın kafalı kitapların “aşk ehli değil akıl ehli olun!” saldırılarına karşı kendimizi korumaya çalışıyorduk. (akıl ehli olsak da bir gün aklımızın aşık olabileceğini hâlâ anlatabilmiş değiliz havarilere!) aynı günlerde, o yoksulluk içinde, açın ‘adiyat’ suresini okuyun, orada allah’ın üzerlerine yemin ettiği bizlerdik. aynı günlerde, dilimizde tüy bitti ama anlatamadık, çekirdek kadronun gönül bağıyla acilen oluşturulması gerekiyordu, adiyat’tan sonra karia geliyordu çünkü. çok geçmedi karia’nın beşinci ayetini yaşadık. tartıya doğru savrulmadıysak bunu aşk ehli olmamıza borçluyuz. (duydun mu lan, ey haftalık tefsir derslerinde mantarlı ayak parmaklarını beyaz çoraplarının üzerinden kaşıyan! biz, gece boyu mekke’li bir muhacir edasıyla gülümseyip, orta yere lak lak edip sonra avradımızın sıcacık koynuna girmedik ey ortopedik deve! gece boyu koynunda bize, ninniler yerine sert marşları saygı duruşunda okutan, rüyalarımızda bile şeytandan arta kalan mıntıka temizliğine çıkartan, senin hiç ama hiç tanımadığın asık suratlı, kazma kafalı soğuklar oldu ey huri sapığı!! otur oturduğun yerde, hayalarını kaşımayı bırak da anlayış hakkında birkaç kitap oku!)

aynı günlerde, mücahit bir kardeşimiz ‘mücadelesiz bir hayattan ben zevk almam’ diyordu. şimdi neyin mücadelesini veriyor bilmem ama mazoşistliği ruhi literatürümüze şöyle tercüme eder gibiydi: sünnetullah!.. aynı günlerde… halbuki ben bilal’la yağmur altında kilometrelerce yol teperdim sapa yerdeki kasetçiye varmak için… en güzel türkülerimi onunla okudum ben. sırsıklam olmuş hayatımızda sadece şarkılarımızdı kuru ve sıcak kalan. içimizdeki elektrik kesilmedi hiçbir zaman, kaçak elektrik kullandırtmadık yüreğimize. faturalarını bin bir zahmetle ödediğim bu akımı en kötü günümde bile içimden eksik etmedim… telefon faturası geldi, ev kirası, su, elektrik, kitap taksitleri, sağdan soldan alınan borçların ödeme günü, açlık, yoksulluk, soğuk… bir sigara yaktım… çayın şekerini az attım. müşerref akay “aman doktor”u okuyor uludağ fm’de… bir de kaşığın, dolanırken ikide bir bardak kenarına bıraktığı öpücüklerin sesini dinliyorum. sen bu kadar cömert miydin eşşek hayat! içimde tarifsiz bir taşma. yüreğimden akan şelalelerin köpüğüyle yıkanıyor ruhum. aklımda o...

gece üç sıraları. dizgiyle uğraşıyorum. altımda bir hışırtı. masanın üzerine fırlıyorum. kaç defa dedim, bir gün yılanların istilasına uğrayacağız, şu girişteki duvarın çalı-çırpısını alalım diye. tarlada yetiştim ben, hayvan hışırtısı değil bu! resmen sallanıyoruz. sokağa ilk fırlayan benim. birkaç saniye geçmiyor, mahalle don atlet dışarıda. elektrikler kesiliyor. sigaranın zararları: güneş bu gece sadece ışığını almış, ateşi her yerimizi yalıyor. sigara içmeliyim. sigara dergide ama. bilgisayarın fişini de çekmeliyim, kaydetmedim de, onca emek boşa gitmiştir. kapılar da açık. karanlıkta sağa sola dokunarak üçüncü kata kadar çıktım. girişte akşamdan kalan çay bardaklarını devirdim. fişi çektim, sigaramı aldım, kapıları kapattım… sabaha doğru bütün arkadaşlara ulaştık, zayiat yok. sabah namazını camide kılıyoruz, cami mahşer günü, kıble santim santim parsellenmiş, alnımızı koyacak avuç içi kadar bile yer yok. at kafalı insanlar, şimdi mi aklınıza geldi buraları, diyerek caminin allah’a en yakın mekanına kurulduk. kaç yıldır sabah namazını ilk defa camide kılan bizlerdik halbuki. valinin emri: yeni bir emre kadar herkes dışarıda yatsın! ayın ondokuzu. yirmiüçünde derginin istanbul’da olması gerek, ve hâlâ dizgi aşamasındayız. geceleri, timurtaş paşa parkı’ında, otların üzerinde, tashihler, mizanpaj çıktıları elden ele dolaşıyor. etrafta uyuyan tonlarca insan. biraz ötede biri öküz gibi horluyor. allah’ım horlamanın bu kadar pis olduğunu bilmezdim! yanında arkadaşı, dürtüyor onu sağa sola bakınarak: kalk oğlum, git evinde yat, rezil ettin bizi! ama eşek anırtısına benzer bir tonda horluyor bu sefer. volkan güzelinden ve irisinden bir karpuz getiriyor sabah namazından sonra. yavuz’la gidip sıcak ekmek alıyoruz fırından. arap1 uyukluyor gibi. kıllı kollarını da kaşıyor ikidebir. kalkın ulan kafirler, yapılacak tonla iş var! kalkın da şu karpuzu imana getirelim! dilimler havada uçuşuyor, kapanın elinde kalıyor. mustafa’nın “islam hoş din, güzel din, biz de mümin müslümanız ve islami hareket engellenemez!” sözü düşüyor aklıma. vıcık vıcık ellerle tekrar kağıtlara yapışıyoruz. karpuz çekirdekleri yapışıyor oramıza buramıza. insanlar! istediğimiz devrim değil, inkılap değil, savaş değil, terör değil, bölücülük değil, tahkir ve tezyif değil… biz, sabah namazı ertesi, bu çimenliğin üstünde, herkes uykudayken, sıcak somun ekmekle, ağzımızı şapırdatarak karpuz yemek istiyoruz…

gece programdayız. arkadaşlar tiyatro sahnesinde. perde ikide bir açılıp kapanıyor. sahne arkasındaki soyunma odalarındayız. yeni bir skeç hazırlıkları, abdurrahman (selam sana ey güzel insan…), şiir tonunda ve güzelliğinde konuşuyor, seyircileri oyalıyor. erhan son provayı yapacak ayak üstü, alper’i arıyor. alper tuvalette, erhan kapı önünde duruyor, okuyor, alper içeriden cevap veriyor. tamam hazır. teksoyun da taklidi yapılacak, alper yine içeriden bağırıyor: biienn sadettiiin tiieeksoooy, sıçarıiiyymm!! herkesi kırıp geçiren bir skecin provası böyle yapılıyor. halbuki alper’in teksoyunun şeyettiği anlarda telefonla bolu depreminin haberi geliyordu. yardım eşyaları ve bir ekiple bolu kaynaşlı’dayız. resmen katliam. mahallenin biri karia suresini dile getiriyor, bir diğeri zilzal’ı harekeliyor. gölcük depreminde bizim kesimin hemen hepsi (biz de ‘yoldaki işaretler’ köşesine almıştık) “ey yamuk yumuk insanlar, asıl kıyametin bu öncü şoklarından ibret almayacak mısınız artık!?” diye yeni bir ayet çıkarıyordu kör bir kuyudan, asırlar sonra.

hayır! ey aracı melek ibret almayacağız! korkuya dayalı bir ibret, alınmaz dayatılır! yanmış cesetleri poşetlere biz doldurduk. 25 yaşlarında bir genci 5 kiloluk poşetin içinde ailesine teslim ediyoruz. cami, zemin katındaki kıraathanenin üzerine tekbirlerle oturmuş. belediye ekibi cesetleri çıkarma derdinde. kimseleri yanaştırmıyorlar. allah’tan giydiğimiz üniformaların rengi ile belediyelerininki biraz benziyor. sokuluyoruz araya. bir delikten caminin içine giriyorum. bir iki çatlama dışında camide bir zarar yok. ama altta 45-50 adam. şurada tek rekatlık bir namaz kılsam, alacağım ibret hakkında biraz ipucu istesem. rabbim şuraya bir melek gönderse de maruzatımızı anlatsak. ibret alın diye anıran, bu katliamın faturasını allah’a çıkartan uyuz eşşekleri… orada olacaktınız, yanmış, kömürleşmiş bedenlere dokunacaktınız, kirişlerin altında beyni dört yana saçılmış küçücük bebeğin bir ucu yanmış renkli emziğini annesine verecektiniz… yedi-sekiz katlı bir binanın teras katına balkonları merdiven diye kullanarak çıkıyoruz. bir de oradan bağırıyoruz: kimse var mıııı!!! kulaklarımızı eşşek kulağı oranınca açıyoruz, yok. ama baba ısrar ediyor, “buradaydı!” korka korka, ibret ala ala bir yerden giriyoruz. bir saat kordonu mu şu parlayan? çekiyoruz, bir saat ve bir kol… dışarıda bekleyen adama ne demeli! “burada kimsecikler yok dayı!” adam, belki arkadaşlarına oturmaya gitmiştir ümidiyle başka yerlerde aramaya koyuluyor, cebimizden yeni bir poşet çıkarıyoruz biz. insanın isyan etmemesi için, kafir olmaması için cami sütunu sertliğinde bir imanının olması gerekiyor. ölümlerle, korkutmalarla, dehşetle, katliamlarla alınacak ibret insanı sadece bir yere götürür. o yerde de bizim allah’ın işi yoktur. hiltilerle, kazıya kazıya çıkarıyoruz bir adamı, cami değil maden ocağı! boyundan aşağı kirişin altında kalmış, kafa kömür, dişleri parlıyor. paramparça olmuş çakmağının kılıfını alıyoruz. tam çıkarken yakalanmış olmalı, belki de sigarasını yakarken… bu çakmak kılıfını tanıyan var mı? az ötede kıyamet kopuyor: babaaa!!!

caminin içinde oturuyorum. sigaramın dumanı usulca süzülüyor. aşağıda belediye makineleri bet bir ses ve iğrenç bir besteyle sala okuyor. minarenin düşmesi an meselesi. ikide bir kaçıyorlar. bi fırt daha çekiyorum. karşımda ebu bekir, ömer, osman, ali levhaları. sırt üstü uzanıyorum. her şey bu kadar basit… ibret almam gerek diye düşünüyorum, ama almıyorum, daha çok memleketteki evimde olmayı düşlüyorum. bu metafiziki rezaleti ancak bir şey unuttura… günlüğüm yanımda olsaydı, aklıma bir beyit geldi ki… işte bu kutsal mekandayım, dışarıda kıyamet. rabbim, ömrümüz bazı şeyler için çok kısa, az bir esnetebilseydik. ölümü sevemedik bir türlü. allah’ın bu sünnetine ısınamadık. hangi kavram, hangi anlamlarla süslediysek de… toprağa gömme adetine hemen bir son vermeli; ideolojik, soyut kavramlarla değil, mumyalarla yaşatmalı sevdiklerimizi. ‘el-yevme ekmeltü leküm…’ şiddetinde sarsılıyor içim. kubbe tavanında celi sülüsle yazılmış, derin mi derin, ince mi ince, renkli mi renkli, canlı mı canlı, sıcak mı sıcak, besmelesini zilzal’ın çaldığı öksüz bir ayet: “aklımda o…”

ruhum bugün f tipi bir bedende… sevmedim şu hoşafı. temmuzun sıcağı bok kokusuna karışıp filistin askısına alıyor hayallerimizi. bir yere kadar kitap okunur. ince memed serin yaylalarda, at üstünde gezdiriyor bizi. ama vurduğu her bir ağanın ruhu gelip şu gardiyanları giymiş. buranın ince memedi hangi cehennemde volta atar! şener gel hele bir daha volta atalım! işte benim mehdim bu ulu insan! şener, bu yaştan sonra putperest yapacaksın bizi! rap rap rap… genişliği bir, uzunluğu yirmi metre demir kafesin içinde atılan voltanın demi nasıl olur!? rap rap rap… “şimdi dışarıda olmak vardı şener?” “işin kötüsü tekrar sigaraya döndüm be hisen!” “görmez korkma.” “ondan değil…” “hacı sabancı camiini görüyor musun…” şener oraları çoktan geçmiş bile. içinde, elinde kanlı bıçağıyla pis suratlı katil bir endişe. içinde, sonsuz özgüveniyle korkusuz bir korku. hiç zamanı değildi, en olmayacak bir anda enseledi bizi hayat, imtihan böyle bir şeye benzemiyordu, sabır bir türlü yanaşamıyordu ümitlerimize ve anlamadığımız bir dille konuşuyordu, bu olsa olsa öte boyutun hayallerimizi sıra dayağından geçirmesi, geleceğimize dair fotoğraflarımızı falakaya yatırmasıydı. hiç zamanı değildi. duyarsa (ki inşallah haberi olmamıştır, inşallah, inşallah!) başlamadan biter! rap rap rap…

ermeni memet, (‘kuyumcuların korkulu rüyası’ diye tanımlardı kendini. gezmediğim şehir kalmadı, uğramadığım, çarpmadığım kuyumcu kalmadı, diyor… adanalıyım. memleketimin dört bir yanında yolumu buldum, ama bir gün iskenderun’dayım. kuyumcular çarşısını aşağıdan yukarı turladım, yok! yukarıdan aşağı, yok! bir daha, yok! ben hiçbir zaman boş çıkmam kuyumcudan, ama tek bir gram bile yürütemedim. anladım ki yiğenim, o gün kısmetim yokmuş… dayı, kısmet bu cümlede geçmez, hırsızlık ve kısmet bir arada hiç olur mu!, diyorum… yok yiğenim, o gün benim kısmetim yoktu! 50 yaşlarında, çalma tekniklerini bir bir gösteriyor bize, beynimiz uçukluyor, insan işini ancak bu kadar güzel yapabilir. ne yana dönse eline bir şeyler yapışıyor, döviz bürolarını nasıl çarptığını öyle anlatıyor ki, öyle orijinal teknikler kullanıyor ki, ve öyle inandırıcı ki, anlattıktan sonra ceplerimizi yokluyoruz, ne olur ne olmaz… adam hapishanenin kantinini bile soymuş… kırklarında askere gidesi gelmiş, belki de biraz dinlenmek istemiş. dosyasını görünce “git kardeşim, silah depolarına göz dikersin sen burada!” diye geri yollanmış… en gıcık olduğu adam sadettin tantan. “zamanında hepimizi yakalayıp saçlarımızı usturayla kazıttı. birkaç ay sokağa çıkamaz, iş yapamaz olduk…” en ufak bir güven duygusu bile vermiyor insana, ve o kadar çok tanıdığı, o kadar çok arkadaşı var ki… kafa her zaman usturalı, çoğu defa ben permatikle traş ederdim onu. seksenli yılların vurdulu kırdılı filmlerinden atlamış sanki bu zamana, öyle bir görüntüsü var. sigaramız elimizde volta atıyoruz. siyasilerle adliler pek haşır neşir olmazlar içeride ama ideallerimizin, ütopyalarımızın, uzun vadeli hareketlerimizin, kutsi hedeflerimizin halkı işte bunlar! halkçılığımla içeride karşılaşacağımı tahmin etmezdim hiç. dayı, otuz senen içeride geçmiş, üç yılın var, çıkınca bırak bu işleri, halin sıhhatin yerinde, bir iş tut. çalmakla çırpmakla koca bir ömür tüketilemez. “otuz yılım benim, hapislerde geçti, hırsızlığa 12 yaşımda başladım, aileme çalarak ben baktım, devlet falakadan başka hiçbir şey vermedi bana şimdiye kadar, bundan sonra bir iş yapamam ben, bak gör çıkınca hiç bir şey yapamasam sokak lambalarını sapan alıp kıracağım. her copa bir lamba!” hayat hikayesini anlatıyor sonra. halkçılığı yeni baştan tanımlamak zorunda kalıyorum… halkçılık nedir? halkçılık, ermeni memetle sabahın erken saatlerinde, yoksulların gözlerindeki feri çalıp altına dönüştüren ve bunu parayla geri onlara satan kapitalist allahçı kuyumcuları utanmadan çarpmaktır!) yiğenim gel, benim çocuktan mektup gelmiş, cevabını yazalım, diye koluma giriyor. yazmaktan yattığımızı bildiği için mektuplarını bana yazdırıyor. 7-8 yaşlarında bir kız çocuğu ve eşi, 50 yıllık hayatında biriktirebildiği sadece bunlar. hapiste olduğunu bilmiyorlar. bildikleri, kamyonuyla yurt dışına sebze-meyve ticareti yaptığı. dışarıda verdiği bir adrese gelen mektuplarını arkadaşı içeri postalıyor. altı ayda bir görüşebiliyor onlarla. yedinci ayda yeni bir hırsızlıkta yakalanıp, geri altı ay… çocuğu resmini göndermiş, resmin arkasında: “baba seni çok ama çok özledim, annem her gün gizli gizli ağlıyor, ne zaman döneceksin, gel artık…” küçücük elleri ve yüreğiyle bir kalp çizmiş, ortadan okla bölmüş, bir yarısına kendi adını, diğer yarısına babasının… (yiğenim, sadece sana okutuyorum, sen allahçı adamsın, ne olur kimseye söyleme bunları… diyor, gözleri titrek. mektupta yazılanlara verilecek tek cevap: firar! memet dayı, hangi kuyumcudasın, hangi demir yığınının içindesindir şimdi kim bilir ama bak es geçiyorum mektuplarını, senden koca bir roman çıkar ya…) şimdi bu kıza ne yazmalı! en ince, en düzgün, en estetik, sevdiğimden başka hiç kimseye kuramayacağım, yan yana getirilmesi kimsenin aklına gelmemiş kelimeleri ve cümleleri bu tanımadığım küçük kıza yazıyorum, harflerle bir kalp çiziyorum ki, “benim hanım için de aynı kalpten çiz” diye yalvarıyor adam… elli yaşında, şimdiye kadar hırsızlıktan başka bir ibadeti olmamış bu adam hangi duygularla kalp çizdirir eşine!? dünyada benden başka insanların da yaşadığını işte burada fark ediyorum. içimde birkaç kitap, rafından aşağı düşüyor, dönüp bakmıyorum bile… “şener, iyi ki sen varsın burada” diyorum akşam yemeğinden sonra hücremde sigaralarımızı içerken. ama şener’de bir dalgınlık ki… şener burada değil… hı hıh, diye kafa sallayabiliyor ancak biraz sonra. beş dakika geçmiyor, gardiyan anırmaya başlıyor. şener …, salih … ne oluyor diye gardiyana yöneliyoruz: erken tahliye… yarım saat geçmiyor şener’i kaybediyoruz…

gecenin üçü müdür, dördü mü… bir sessizlik ki kulakları sağır edecek kadar… üç aydır güneşi çıplak gözle göremedik. öküz kafalı şu müşahede bölümüne ne güneş giriyor, ne doktor, ne bir sıcaklık, ne serinlik… üç aydır gökyüzünü göremedik… tek sırdaşımız, demirlerden uzak tek doğal manzara, yatağımızın dibindeki bok deliği… insan burada hangi hayallere tutunabilir ki… “hüseyin usta!” diye sesleniyor sefer bir iki kat aşağıdan… asansörü yolluyorum, sıcak demlediği çaydan gönderiyor bir kavanoz… demli mi demli, titrek dumanı bardağın, karanlığın boğazına sarılıyor… sessizliğin sesini alıyor… gece üçte güneş kapımı çalıyor, yıldızlar da tek tek diziliyorlar karşımda, ay dilim dilim dilimleniyor, en güzel dilimini alıp asıyorum tavana… ey 12 sayımı, ey demir, ey beton, ey gardiyan, ey volta, ey sessizlik, ey yalnızlık, ey esaret, ey karanlık, ey hoşaf, ey bok deliği, ey tuz ruhu, ey tavuk sote, ey erken tahliye, ey güneşsiz sabahlar, ey yıldızsız geceler, ey dargın gökyüzü, ey jandarma nöbetçiler bildiğiniz başka ne numaralar varsa, hokkabazlıklar, aşağılamalar, üstten bakmalar hepsini sürün namluya ve peşime düşün! bu gece firar ediyorum! tek silahım, dilimde fuzuli’den bir beyit ve “aklımda o…”

bandırma cezaevi… girişte, kalemtıraşla ucu yeni sivriltilmiş odun kalem gibi duran ve bakan askeri görevliye “gül arslan’ın teyzesi oğluyum” derken… ibrahim kaypakkaya’nın mahkemede, hakimlere karşı asil diklenişi geldi aklıma… özgürlüğün özgürlüğünü özgürce yaşadığı tek mekan olan bu gökyüzünün karanlık dehlizinde tüm iki yüzlü yalanlar dua kadar sıcak ve içten ve meşru! bu korkuyla geleceğe göz dikmeye hakkımız asla olmayacak! ama bu otobüse ancak böylesi bir yalanla binebiliyoruz, kaptan olabildiğince sert ve hiç şakası yok, kafanızda istediğiniz yüksekliğe ve yere dikin kutsal paratonerinizi, yıldırımların acısı katlanılacak gibi değil! “itiraz ediniz ki güçlenesiniz!” sözünü aktarıyor nureddin şirin, imam’ın, yumruğu havada. beyazıt meydanı kadar rahat kullanıyor tel örgülerin ardını. jakh kamhi suikastında lav tuttuğu iddia edilen eller çocuklarının saçlarını okşuyor yan tarafta. çocuğun saçlarını kıskanıyorum… insan bir tuhaf oluyor öylesi ortamlarda. sanki kalın ve ağır bir kitabın içindeyim. sanki bu kitap benim için yazılmış. hangi satırında adım geçer bilmiyorum… ama ithaf benim, önsöz benim, bunlar benim cümlelerim… (sonraları fark ediyorum, sonsöz kimin!?) sitem, slogan, tecrübe, birikim, nasihat kokan cümlelerini tekel2000 sigarasından savurduğu fırtların dumanı taşıyor bizim tarafa, ağır mı ağır… göz göze geliyoruz bir an, ‘kardeş nasıl gidiyor?’ diye soruyor keskin taraflarıma. “götürüyoruz işte” diyorum körelmiş düşüncelerimle, ama ‘o ben değilim’ diye iç geçiriyor bakışlarım. sayfa sayfa okutuyor bize geleceği, üç-beş atlayarak göz attırıyor geçmişe, hesaplayıp topluyor: itiraz edin, itiraz ediniz ki güçlenesiniz! imam’ın evinin kapı eşiğindeki terlikleri gelip duruyor önümde. hayatın dönüş yakıtına işte bu çift terlikle itiraz etmişti imam! iki göz odalı bir viranede karşı koymuştu cenneti bu boyuta taşıyan müslüman krallara. “ey zaman!” demişti, “ey acımasız dönüş, şu paslı ocağa bir çay at da gel diz çök karşımda, ey köpek zaman, otur, seni yeni baştan kurma zamanı gelmiştir gayrı… ey acımasız dönüş! yutkunma! sen ki…” o ben değilim, diye iç çekiyor düşüncelerim… o eller bir daha geziniyor küçük çocuğun saçlarında. dalıversem şunun neşeli saçlarına, yaralı, yorgun bir bit gibi yerleşsem o tertemiz bahçeye… biri beni çekip alsa şu küf kokan kalın kitabın arasından… çocuk hikayeleri anlatan kitaplarda geçse adım… gözlerim kapanmadan, ninni tadında sıcacık üzerimi örten bir masalın elinden tutuversem… boşuna… tek gözlü canavarı olan bir masalı bile korkutacak kadar çirkinim, gece yok, karanlığımızın kendini açmasıdır gündüzün yüzünü değiştiren… aydınlık yarınlara karanlık geceler yetiştirmektir bunca çabamız… iç cebimde bu karanlığın en soğuk surelerinden bir ayet: biz kurban kuşağız yarınların doğuştan şanslı kuşakları için! amin… hayırlarla yad edin bizi ey gelecek nesiller! biz ki, sizlerin şimdi allah’ın envai çeşit nimetlerini ense kebap, dört köşe höpürdetmeniz için, jopun kıçımızda dönerek süzülüşünü, mevlananın o dönüşündeki zevke dönüştürmesini bildik… hayırlarla yad edin bizi… biri çekip alsa beni mevlananın kucağından! gelecek nesillerin geleceğiyle oynamaya hakkımız yok! gelecek nesillerin, geçmişleriyle, bizim şimdimizle oynamaya hakkı yok! “tamam, bitti” diyor gardiyan. hayır daha bitmedi!, diyor ben… yan tarafta yaşlı teyze tanıyor bizi, içerideki çocuğuna getirdiği yemeklerden getiriyor bize birkaç sokum… geldiğimizi duyan birkaç kişi daha geliyor içeriden, pencere dibine… sağdan soldan, dinden, siyasetten, devletten, müslümanlardan, karanlığımızdan, taşıdığımız meşaleden güzel bir sofra kuruyoruz orta yere, birkaç kişi daha toplanıyor görüp ışığımızı… şapırdatarak ağızları yeniliyor allah ne verdiyse… bu sofrayı geri kim toplayacak? ama bir sene boyunca ev sahibiyiz diye oturduk bu sofranın bir ucuna… açın bakın, bir lokmasına kendi elimi uzatmadım! çünkü çok iyi biliyorum ki ey aziz din kardeşlerim, hesabı ödeyecek paramız yok… oturmayın öylesi masalara paranız yoksa! bin dörtyüz senedir karnımız aç, bin dörtyüz senedir birileri hep yedi, bize düşen hesabı ödemek ve artıkları temizlemek!.. kalkıyoruz bir zaman sonra, kirli ellerimi yıkayacak su bulamıyorum… şu çocuğun saçlarına sürsem ellerimi teyemmüm niyetine…

çıkışta, içerideki eşinin kulağına bir şeyler fısıldadıktan sonra son defa gözlerine bakan bir bayana takılıyor gözlerim. hapishanenin demirleri daha da gaddarlaşıp kalınlaşıyor adamın içinde. asıl mahpusluk işte burada başlıyor. nereye dönse, hangi fikirlere dalsa kadının gözlerindeki parmaklıklara takılacak yüreği adamın. hemen buradan çıkmalıyım!! kafesin demirleri giderek esniyor, beni de alacak içine… medrese-i yusufiyye benim okuyabileceğim bir bölüm değil içimdeki bu korkuyu aşmadan. kötüsü ben bu korkumu yenecek gücü taşımıyorum, o kadar güçlü de olmak istemiyorum. hemen buradan çıkmalıyım! kimliklerimizi alıp çıkıyoruz. beynimizin depoları ful dolu. bu duygularla insan nelere inanmaz ki… ama demirler hâlâ peşimde, arabamız hızlandıkça onlar da uzuyor. kafesin hızına yetişemiyoruz… arkama bakıyorum bir an, bir şey yok, ama içimde bir şeyler var, gözlerimi kapatıyorum, geri açınca fark ediyorum, göz kapaklarımdaki kirpik değil, elleri çenesinde, gözleri uzaklara dalmış hasretten birer demir… ömür boyu bu demirlerin ardında kalmak istiyorum, kapatın kapıları üzerime ve gidin. öyle de yapıyorlar, bu kafesin içinde tek başınayım. ayak sesleri, biri yaklaşıyor, ilk sayımı alacak gibi, karşımdakini görünce şaşırmıyorum: aklımda o…

ders çıkışı, koridordayım, merdivenlerden kantine doğru akmak üzereyim ki biri yanaşıyor yanıma, ‘hoca’ deyip omzuma dokunuyor. bu genç… kaç gündür hep göz göze geliyoruz, benden ya kıllanmıştır ya da birine benzetiyordur. buyur, diyorum. hoca sen solcu musun?, diye soruyor. cevap vermek yerine koluna giriyorum… malatyalı, adı osman mıydı, talha mıydı hatırlamıyorum. oldukça yumuşak ve klasik bulduğu okul ortamında, benim bıyıklarım ve sakalımdan, başka iklimlerin adamı olduğumu düşünmüş… solcu değilim, ama sağcı da değilim, diyorum. sakal ve bıyığına bakınca… diye cümle kurmak istiyor. sağımı solumu bırak gel benle tanış, diyorum, tanışıyoruz. tertemiz bir genç, öyleleriyle sağına soluna bakmaksızın tanış olmak isterim. bir süre sonra malatya grubu kafalıyor onu, selamlarını kesiyor…

işte böyle, elemelerin son safhaya geldiği bir günde… akif’ten mektup gelmiş, dersi asıp bahçeye çıkıyorum, yarım uzanıyorum çimenlerin üstünde, ayakkabılarımı çıkarıyorum. iki satır okumadan çoraplarımın kokusu rahatsız ediyor beni. onları da çıkarıp bir kenara koyuyorum. diğer satırlar da akıyor bir bir… karşımdaki banka biri gelip oturuyor… bayan olduğunu mektup bittikten sonra fark ediyorum… acayip bir bakıyor. utanıyorum, çoraplarımı ayakkabılarımın içine koyuyorum, ama bal gibi gözlerimde yürüyor. abartısız sakalım bir karış, kızın bakışlarına cevap vermek bana uygun düşse de sakalıma yakışmaz. etraf da bayağı tenha, millet derste. allah insanı en güzel bir şekilde yaratmış ama bu damarımız biraz fazla oynak. açık vermiyorum, ilgilenmiyormuş havasıyla çoraplarımı giyiyorum ama ne mümkün ayakkabılarıma bir türlü el atmak gelmiyor içimden. açıp bir daha okuyorum mektubu, ne yazıyor bilmiyorum, satırlar beni omuzları üzerinde bankın oraya taşıyor. gözlerimi o tarafa çeviremiyorum ama… oğlum yarından tezi yok sakallarını kısalt!.. bir arayışta değilim halbuki… varabileceğim en uç nokta o gözlere değmek, ne oluyoruz… sakallarım beş metre daha uzuyor… ve yapmam gerekeni yapıyorum, kıza doğru bakıp gülümsüyorum, o da. hasretimi, özlemimi, gurbetliğimi, şiirlerimin rediflerini, sözlerini, sözlerimi, o’na dair ne varsa içimde hepsini o oynak damarıma tespih taneleri gibi diziyorum. tespihimi sallaya sallaya gölge değiştiriyorum. gülümsememden aldığı cesaretle kız dibimden geçiyor ağır adımlarla. gölgesinde gözlerini ararken bile utanıyorum. nefsime hangi kelimelerle fırça atmalıyım? kalbimi resmen şirke zorluyorum. gölgesi bir daha yürüyor üzerimde. “bayan” diye sesleniyorum, duruyor. “elimdeki mektup sevdiğimden, izin verin de doya doya hasret gidereyim…” “bana ne senden ve mektubundan, terbiyesiz!” diye parlıyor bu sözüm üzerine. nefsim, kuyruğunu bacak arasına alıp, aşağılanmış kıvrılıyor bir köşede miskin gözlerle. ben değil belki ama sakallarım utanıyor, ne demeli şimdi bu kıza, ama onu da anlıyorum. “hayır,” diyorum, “sesli okumazsam anlayamam da…” “pardon” deyip uzaklaşıyor, nefsim şahlanıp kuyruğunu sallıyor. ama içimdeki ezilmişlik gitmiyor, ne demek terbiyesiz, ne demek bana ne senden… bal gibi kesiyordun işte!

bir zaman sonra finallerdeyiz… yarım saatten fazla duramam içeride ve yapacağımı bu süre zarfında yaparım, eski bir alışkanlık işte… yüksek notta gözüm olmadı hiçbir zaman, yüz alanla yetmiş alan bir yıl sonra aynı masada oturmuyor mu? vizem 65, baraj 70… kağıtlar dağıtılıyor, ders hocası mıy mıy mıy bir şeyler anlatıyor, hırsız boyutumuzu direktifleriyle korkutuyor, başlayın diyor, ilk soru bitmiş benim. bir, iki, üç, dört… topluyorum, 80 geliyor, tamam, diğer soruları okumuyorum bile. çıkmak için takımı topluyorum ki arkadan biri kalemle sırtıma dokunuyor, dönüyorum: sakallarımı utandıran kız…. kendimi hemen dışarı atmam lazım, kendi sorularımın bile hepsini okumadım, kopya verecek zaman değil şimdi, diyorum hafif bir fısıltıyla. ne, anlamadım, anlamında kafasını sallıyor sağa sola, ama bakışları, istediğim kopya değil, şeklinde yanaşıyor yüzüme. biraz daha sesli tekrar ediyorum: aklımda o…

sigaram bitik. parmaklarım uyuşuyor, beynimde bir uğultu. çocuğu gönderdim bakkala, gelmek üzere. yüzümü bile yıkamadım. çocukların yüzünü melekler yıkarmış. çayı bekletiyorum. ardından sigara gelmeyecek bir çaya yüz vermedim hiç… geldi sonunda… sıcak ve demli bir sigarayla hemen beynimi kaşımalıyım. başlığını attım bile: aklımda o…
devamını gör...
iki arkadaşı anlatan bir hikaye yazıyorum. ismi elma şekeri. şuraya ufak bir diyaloğunu bırakayım:

"çimlerin güzelliğine bakar mısın dudu?"

"gökyüzü de güzel can..."

"o zaman ben gidince gökyüzüne bak dudu."

"çimler şahidim olsun can..."
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"yazarların yazdığı hikayeler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim