sercanbaylan yazar profili

sercanbaylan kapak fotoğrafı
sercanbaylan profil fotoğrafı
rozet
karma: 1260 tanım: 10 başlık: 3 takipçi: 13
Youtube'da Kitaplardan ve Yazarlardan Bahseder. https://youtube.com/SercanBaylan

son tanımları


ernest hemingway

amerikalı büyük yazar ernest hemingway'in hayat hikayesini dinlemek isterseniz : buradan

20. yüzyıl amerikan edebiyatının büyük ismi ve kendisinden sonra gelen yazarların ilham perisi, boks düşkünü, şişman, bodur, kedi babası fakat hepsinden önemlisi en kabiliyetli yazarlarından biri olan ernest hemingway 21 temmuz 1899 yılında dünyaya geldi. tıp doktoru olan bir babanın ve eski müzisyen olan bir annenin oğlu olan ernest küçüklük yıllarını michigan gölü çevresinde balık tutarak, spor ve orman yürüyüşleri yaparak ve annesinden müzik dersleri alarak geçirdi.

doğayla olan samimi bağı ileride yazacağı romanları da etkileyecek ve her daim bu samimi bağı korumaya çalışacaktı. ernest gençlik yıllarından itibaren çılgınca yaşamayı arzuladı. liseye gitmeden hemen önce kızılderili yaşamını öven hikayeler kaleme almış hatta kızılderililerle bir süre beraber yaşamıştı.

lise bittiğinde neslinin birçok yazarı gibi o da üniversiteye girmemiş, küçüklüğünden beri takip ettiği gazete yazılarından etkilenerek gazeteci olmayı seçmiş ve kansas city star gazetesinde muhabir olarak işe başlamıştı. bu dönem yazarın yazım sürecini ve üslubunu geliştirdiği bir dönemdi ama çok sürmedi çünkü tarih 1917’yi gösterdiğinde henüz 18 yaşında italya cephesinde savaşmak için avrupa’ya gitmeye karar verdi. mayıs 1918 yılında avrupa’ya bombardıman sırasında ulaşan yazar savaşın karanlık yüzüyle yeni tanışmıştı. ilerleyen günlerde öyle kötü olaylara şahit oldu ki bir kısmını yine ileride yazacağı romanlarda dile getirdi. bunlardan en korkunç olanı ise milano’daki parçalanmış kadın cesetlerini toplamaya gittiği o gündü.

ernest görme yetersizliği sebebiyle amerikan ordusuna girememişti ama kızılhaç sayesinde cepheye ambulans şoförü olarak atanmıştı. tarih temmuz 1918’i gösterdiğinde havan topu ateşiyle ağır yaralandı ve savaşın karanlık yüzüyle ikinci defa karşılaştı. yazar italya tarafından gümüş onur madalyası alacak kadar cesaret göstermişti ama savaşın karanlık tarafını da görmezden gelememiş şu ifadeleri kullanmıştı: “gençlik yıllarında savaşa girdiğiniz zaman büyük bir ölümsüzlük yanılsamasına sahip olursunuz. diğer insanlar öldürülür; siz değil... o zaman kötü bir şekilde yaralandığımda bu yanılsamayı yitirdim ve anladım ki ölüm benim de başıma gelebilir.”

hastanede kaldığı dönemde ilk defa (bkz: agnes von krukowsky) adında kendisinden 7 yaş büyük olan bir hemşireye âşık oldu. 1919 yılına amerika’ya dönene kadar evlenme umudunu kaybetmeyen hemingway ne yazık ki kendisine gelen bir mektupla yıkıma uğradı çünkü kadın bir italyan subayla evleneceğini yazmıştı. ilk defa âşık olan yazar aşkın darbesini de ilk defa tatmıştı. bu dönemden 1921 yılına kadar normal hayatına döndü ve hem savaştan kalan yaraları hem de yüreğindeki yaraları iyileştirmek için kendisini balık tutmaya, orman gezisi yapmaya ve yazı yazmaya verdi.

yazar 1921 yılında kız kardeşinin arkadaşı olan (bkz: hadley richardson) ile tanıştı ve tanışır tanışmaz onunla evlenme arzusu duydu. ilk aşkı agnes gibi hadley de yazardan büyüktü, bu yüzden çoğu biyografi yazarına göre hadley’e duyduğu aşkın arkasında agnes yatıyordu. kısa süren yazışmalardan sonra ikili evlenmeye ve paris’e yerleşmeye karar verdi.

paris’e geldiğinde (bkz: ezra pound), (bkz: gertrude stein), (bkz: scott fitzgerald), (bkz: pablo picasso) ve (bkz: james joyce) gibi sanatçılarla tanışıp hem onların etkisiyle hem de ülkesinin en büyük yazarlarından biri olan (bkz: mark twain)’in etkisiyle yazarlık mesleği üzerine çalışmalarını yoğunlaştırmaya ve hikayelerini yayınevlerine göndermeye başladı fakat gönderdiği her dosya posta tarafından geri getiriliyor, yayınevleri tarafından olumsuz cevaplar geliyordu. bu dönemle ilgili olarak yazar: “para sıkıntısıyla başım dertteydi o yıl, yolladığım hikayeleri postacı geri getiriyordu. kabul etmiyorlardı yazdıklarımı, böyle büyük hikayeler değil, fıkralar, skeçler, küçük hikayeler istiyorlardı hep. onlar yazılarımı istemiyordu, biz de pırasayla yaşıyor cahors şarabıyla, su içiyorduk…”

birçok büyük yazarın çektiği sıkıntının aynısını yaşıyor, yayınevleri tarafından eserlerine ret cevabı veriliyordu ama hepsinin ne kadar büyük eserler oldukları ancak sonradan anlaşılıyordu. hemingway’in tarzı klasik yazarlara benziyordu. az şeyle büyük etki bırakmak konusunda ustalaşıyor, sadeliğin gölgesinde devleşiyor ve en başarısız eserinin bile şaheser olduğu zaman geçtikçe daha çok dile getiriliyordu. yazar sadece bir ulusun değil, bütün ulusların yazarı olmak için çalışıyor, hayatın ve ölümün farkında olan insanlara yakınlık besliyor ve her daim geçmişe özlem duyuyordu.

yazar çalışmalarının karşılığını 1923 yılında almayı başardı ve ilk kitabı üç hikaye, on şiir paris’te bir yayınevi tarafından yayınlandı. peşi sıra 1924 yılında ise bizim zamanımızda adlı kitabı yayınlanacaktı. gençlikte yaşadığı hatıralarından izler bırakan kitaplar hemingway’in yeteneğini gösteren eserler olacak ve edebi çevrelerce tam not alacaktı.

yazar kendisini kanıtladıktan sonra ardı ardına eserlerini yayınlamayı başardı. ilk romanı (bkz: the torrents of spring) idi fakat çok fazla ilgi görmedi ama ikinci romanı the sun also rises / (bkz: güneş de doğar) yazarı amerikan edebiyatının en büyük yazarları sınıfına sokacak kadar güçlü bir eser oldu.

1927 yılına gelindiğinde içerisinde elli bin dolar ve yenilmez adam gibi kült klasiklerin yer aldığı 14 öykülük eseri kadınsız erkekler yayınlandı. bu kitabın en büyük özelliği yeni bir hikaye tarzının dünya edebiyatına tanıtılması oldu ve bu tarzı scott fitzgerald ve caldwell gibi yazarlar da benimseyip daha da geliştirdi.

1929 yılı hemingway’in yazarlık kariyerindeki en büyük adımı oldu. çünkü bugün hala en büyük baş yapıtı olarak kabul edilen farewall to arms / (bkz: silahlara veda) kitabı yayınlandı. bu kitap italya’da görev yapan teğmen frederic ile ingiliz hemşire catherine’in aşkını konu alırken hemingway’in birinci dünya savaşı sırasında yaşadığı olayları baz almaktadır. savaşın karanlık yüzünü anlatan hikâye ölümün acımasızlığı ve hayatta kalmanın zorluklarını net bir şekilde anlatmaktadır. savaşa kendi isteğiyle katılan hemingway’in savaş karşıtı olduğunu dile getirdiği ve bir yazar için en büyük tecrübenin savaş olduğunu gösterdiği muazzam bir eserdir.

yazar savaştan evine döndükten sonra kendi özünü aramaya koyulmuş ve sanatın doğru yol olduğunu görmüştü. paris’te yaşamasının elbette büyük bir önemi vardı ama madalyonun diğer yüzünde de ölüme olan ilgisini görüyoruz. bu uğurda boğa güreşlerine olan tutkusu ve ölüm yaşam çizgisindeki bu büyük gösteri onu çok etkiliyordu. bu ilgi onu güreşlere katılacak kadar çılgınlığa sürüklemişti. onun için basit olan önemliydi, yazarlığı da basit yollarla geliştirmek istemişti ve boğa güreşi sırasındaki şiddetli ölümü de basit ve esaslı görüyordu. ölüme verdiği değeri 1937 yılında death in the afternoon / (bkz: öğleden sonra ölüm) adındaki kitabıyla göstermiş ve bu eserde şöyle söylemişti: “ölüm kaçınılmaz bir gerçektir, insanın emin olabileceği tek şey, tek kesin gerçekliktir.”

yazarın kitap yayınlama konusunda eli rahatlayınca ardı ardına kitap yazmayı sürdürdü. 1933 yılında (bkz: kazanana ödül yok) adlı hikaye kitabını, 1935 yılında (bkz: afrika’nın yeşil tepeleri)’ni ve daha sonra (bkz: francis macomber’in kısa süren mutlu hayatı), sahip olmak ya da olmamak ve klimanjero’nun karları adlı eserlerini çıkardı. edebi çevrelerde kısmen başarılı olan bu eserleri bir diğer baş yapıtı olarak kabul eden eseri takip etti. bu 1940 yılında yayınlanan “(bkz: çanlar kimin için çalıyor)” adlı kitaptı. kısa sürede yarım milyondan fazla satan kitap ileride nazilerin yakmaktan en çok zevk aldığı eserlerden biri oldu.

hemingway çanlar kimin için çalıyor kitabından sonra sadece 2 kitap yayınladı. bir tanesi ırmağı geçmek idi. bu kitabın içeriği güneş de doğar kitabıyla benzerlikler taşıdığı için beğenilmedi fakat (bkz: ihtiyaç balıkçı)* adlı son eseri tüm eleştirmenlerden tam not aldı ve dünya edebiyatında modern masallar içerisinde yerini alırken yazara da nobel ödülü için ön ayak olmuştu.

boks düşkünlüğü, ava olan merakı, yazım konusundaki ustalığı bir yana bir de kedilere olan düşkünlüğüyle meşhurdu. bir gün ona hediye olarak gelen genetiği bozulmuş polidaktili, yani altı parmaklı bir kedi onu çok etkilemişti. adını snowball koyduğu bu kediden sonra daha fazla kedi sahiplenen yazarın bugünkü evinde hala polidaktili kedilere rastlamak mümkün. snowball’un varisleri olan bu kediler de tıpkı snowball gibi altı parmaklıdır ve literatüre “hemingway’in kedileri” olarak geçmiştir.

hemingway hayatı boyunca 4 evlilik yaptı. ilk evliliği hadley’den jack adında bir çocuğu oldu. sonrasında önce meslektaşı pauline ile ardından martha ve en son mary ile evlilik yaptı. çocukluğundan son anına kadar hızlı ve çılgınca bir hayatı oldu.

yaşamının büyük bölümünü gazeteci olarak geçiren yazarın yolu istanbul ve izmir’e bile düşmüş büyük izmir yangını hakkında haberler yazmıştı. yine gazeteci olarak cepheden cepheye koşmuş bu uğurda cenevre sözleşmesini çiğneyip savaşa girmişti. bu yüzden askeri mahkemede yargılandı fakat bu hareketi ona cesaret madalyası kazandırmıştı. defalarca ölümün eşiğine gelmiş ama hepsini yenmeyi başarmıştı. şarbon, cilt kanseri, uçak kazası, hepatit ve şeker hastalığı onu yıkamadı ama onu yıkacak olan depresyon hiç beklemediği bir anda geldi.

bir gün eşi mary onu mutfakta elinde av tüfeğiyle buldu, hızlı müdahaleyle elinden tüfeği kapan kadın yazarın tedavi görmesi gerektiğini düşündü ve yazar hastaneye kaldırıldı. ruhsal durumu giderek kötüye gitti. hastaneden ayrıldıktan iki gün sonra tarih 2 temmuz 1961’i gösteriyordu. bu sefer verandasında en sevdiği tüfeğini eline aldı ve onu öldüremeyen savaşlara, kazalara ve hastalıklara meydan okurcasına yaşamına son verdi.
devamını gör...

tolstoy vs dostoyevski

aşağıda hazırladığım içeriği video olarak youtube kanalımda izlemek isterseniz : buradan

aynı yüzyılda yaşamış olan iki büyük yazar ilginç bir şekilde asla bir araya gelmemiş, mektuplaşmamış ve iki lafın belini kırmamıştır. ancak birbirileri hakkında bazen övgüler dizmişler bazen de aralarında kıskançlık sezilen mesajlar vermişlerdir. dostoyevski anna karenina kitabı için tolstoy’un deha olduğunu düşünmüş ve onun için “toplum öğretmeni” demiş, bu durumda kendisinin de ancak öğrenci olabileceğini söylemiştir. fakat strachov’a gönderdiği mektupta tolstoy’un söyleyecek sözü kalmadığını ve onun köylü edebiyatçısı olduğunu belirtmiştir.

lev tolstoy ise dostoyevski için olağanüstü yetenekli ve ölüler evinden anılar kitabı için puşkin’in eserleri dahil rus edebiyatının en üstün kitabı olduğunu söylemiştir. her ne kadar karamazov kardeşler kitabı ölümünde yanında olsa bile kitabın sanattan yoksun olduğunu ve eserdeki kişilerin gerçeklerden çok uzak olduğunu belirtmiştir. yine de tolstoy, dostoyevski ölünce onun için: “onun için hissettiklerimin hepsini söylemeyi isterdim… onunla hiç karşılaşmadım ve hiçbir zaman doğrudan bir kontağımız olmadı. birdenbire ölünce onun benim için en yakın, en sevgili ve en gerekli bulduğum insan olduğunu anladım.” demiştir.

anlayacağınız ikili rus edebiyatında kendilerinin ne önemli bir noktada olduğunun farkındaydı, bunu kendilerine itiraf etmekte zorlanmış olacaklar ki hiçbir zaman mektuplaşmamış ve bir araya gelmemişlerdir.
**
1828 yılında doğan lev tolstoy atalarından aldığı güç ve zenginlik sayesinde kont olarak sınıflandırılır. büyük bir toprak zenginliği olan yazar genç yaşta anne ve babasını kaybetmiş iyi kalpli tatyana teyzesi sayesinde iyi bir eğitim almış ve iyi insan olmayı öğrenmişti. ilk gençlik çağlarından itibaren gerçeğin peşinde olmayı hedeflemiş ve hayatın zevklerinden faydalanmıştı. kendisini çirkin bulan tolstoy zevki sefa içinde geçirdiği gençliğinin boşa gittiğini fark ettiğinde değişmesi gerektiğini düşünmeye başlamıştı. ahlak yönünden kusursuzluğu hedefine yerleştiren yazar ilk ciddi sınavını gönüllü olarak katıldığı orduda vermiş fakat kısa bir süre sonra savaştan nefret etmişti. hem sosyeteden hem de savaştan nefret eden yazar bu tarihten sonra hayatın anlamı üzerine yoğunlaşmış ve yazılarına ağırlık vermiştir.

1821 yılında doğan dostoyevski ise tıp doktoru olan aşırı disiplinli ve ayyaş bir babanın oğlu olarak dünyaya gelmişti. babasından nefret eden yazar onun ölmesini arzulamış fakat adam öldüğünde çok üzülmüştü. sara hastalığının nöbetleri de babasının ölümünden sonra gelmeye başlamış ruhsal olarak çöküntü yaşamıştı. mühendislik okulu bittikten sonra orduya katılıp anlamsız bir hayata bodoslama dalmıştı. 1949 yılında hayatının dönüm noktası olan idam cezasına sürüklendi. idam mangası ölüme gittiği vakit bir atlı gelip af mektubunu okumuş, ölümden kurtulsa da sürgüne gönderilmişti. hayatının dönüm noktası olan bu anı hiçbir zaman unutamadı.

bir yanda sefalet ve hastalık içinde hayatını idame ettirmeye çalışan, son anda idam cezasından kurtulan, kumar borcunu kitap yazarak ödeyen ve beş parasız hayata veda eden dostoyevski, diğer yanda toprak sahibi kont, zenginliğin nimetlerinden yararlanıp sosyete içinde boy gösteren ama kendisini çirkin bulup aristokratlığıyla övünmeyen, kendisini herhangi bir köylüden farklı hissetmeyen, malını mülkünü onları bırakan ve bir tren istasyonuna sefalet içinde ölen tolstoy…

iki büyük yazarın en büyük ortak özelliği; dünya edebiyat tarihine kazandırdıkları kitaplarla kendisinden sonra gelen yazarlara ilham kaynağı olmaları ve çağdaş edebiyata yön vererek eserleriyle ölümsüz olmayı başarmalarıdır.

her iki yazarın yazım sürecinde baktıkları pencereyi incelemek gerekirse tolstoy’un aristokrat yaşam tarzının ve çevresinin ona sunduğu koşullar gereği üst kademede olduğunu görüyoruz. çok basit bir örnek vermek gerekirse tolstoy elinde megafonla insanlara kürsüden seslenmeyi seçmiştir. bu ona sosyolog ve toplum mühendisi denmesinin en önemli sebebi olmuştur. çünkü tolstoy köylülerin ve toplumun içinde bulunduğu durumu tarafsız bir şekilde gözlemlemiş, mevcut koşullardan rahatsızlık duyduğunu her yerde dile getirip, değişimin parçası hatta lideri olmayı amaçlamıştır. bunu yaparken de akıl yolundan sapmamıştır.

dostoyevski’nin yaşam koşulları göz önüne alındığında ise onun neden kürsüde değil de kürsünün aşağısındaki insanlardan biri olduğu kolayca anlaşılabilir. dostoyevski insanların içindedir bu yüzden de birey öncelikli yazmıştır. bu da ona psikolog denmesinin en önemli sebebidir. çünkü dostoyevski anlam, ahlak ve mantık çerçevesinde insanların karakter analizini çıkarmış, kendisine yakın gördüğü insanları işlemeyi seçmiştir. değişimin ancak insanla başlayacağına inanan yazar bu yüzden çelişki barındıran karakterlerini tasarlarken gerçekten kopmamaya çalışmıştır.

izlediğim bir röportaj videosunda rus halkına en sevdiği edebiyatçı sorulmuştu. belki denk mi geldi bilmiyorum ama tolstoy’un ismi çok az söylenmişti. sebebiyse yazarın kullandığı dilin ağır olmasıydı. tolstoy edebiyatı bir bütün olarak görmüştür ve yazdığı kitaplardaki hikâye bütünlüğü ve kurgu ince ince işlenmiştir. bu yüzden eserlerinde pastoral bir hava, doğanın bin bir rengi ve düz çizgide giden bir biçim vardır. dostoyevski de ise şehir yaşamının bunaltıcı hali, karanlık bir dünya, bilerek kullanılmış hatalı yazım biçimi ve daha akıcı bir dil vardır. tolstoy insanları, hayvanları ya da nesneyi öyle iyi betimler ki onları kanlı canlı gözünüzde canlandırmak mümkündür. dostoyevski ise duyguları öyle etkili betimler ki okuduğumuz karakterin ruh haliyle kendi ruhumuzu bütünleştirmek mümkündür.

biri üst perdeden toplum yozlaşmasını anlatırken diğeri alt perdeden kişilerin yozlaşmasını anlatmıştır. bu durum bakıldığında aynı gibi duruyor olabilir ama öyle değil. toplumsal yozlaşma faydacılığın tüm değer yargılarını yerle yeksan ettiği, etik değerlerin ve kuralların ayaklar altına alındığı bir olguyken, bireysel yozlaşma kişinin kendi etik değerlerini ve kurallarını ayakaltına almasıdır. bireysel yozlaşmada kişi kendisini tüketirken toplumsal yozlaşmada devletler ve mezhepler tükenir. bu sebeple bir benzetme yapmak gerekirse; tolstoy geniş balkonlu evinden meseleleri çözümlemeye çalışırken, dostoyevski bir balkona sahip olmadığı için dört duvar arasında kalmış insanları çözümler.

eğitim her dönemin başlıca sorunu ve konusuydu. tolstoy bunun farkına vardığında anlamsız hayatına anlam katmak için okullar açıp eğitim vermeye çalıştı. sadece yüz yüze eğitimin yeterli olmadığını içten içe bildiğinden romanlarında bir öğretmen edasıyla hayatı geniş çerçeveden anlatmaya ve anlam kazandırmaya çalıştı. dostoyevski ise zaten o hayatın tam merkezinde yer alıyordu bu yüzden romanlarında öğretmeyi değil, göstermeyi tercih etmiştir. bu da dostoyevski’nin romanlarında sorgulama yaptığını, tolstoy’un ise açıklama yaptığını göstermektedir.

tolstoy birçok yazarın söylediği gibi destan yazarı olarak sınıflandırılır ve homeros’un devamı olarak görülür. dostoyevski ise shakespeare geleneğinden gelip, trajedi yazılarıyla ön plana çıkmıştır. tolstoy acıları gördüğü için onun ne olduğunu bilmektedir, dostoyevski ise acıyı bizzat yaşadığı için onun ne olduğunu bilmektedir.
tolstoy kitaplarını okuyanlar onun için anın ne kadar önemli olduğunu, dostoyevski okuyanlar ise onun için duyguların ne kadar önemli olduğunu bilir. tolstoy monolog konusunda bir adım öne çıkarken, dostoyevski diyalog konusunda bir adım öndedir. dostoyevski teşhis ve tespit konusunda kendisinden sonra yaşayan filozofları bile şaşırtırken, tolstoy teşhis ve tespitinde kendisinden sonra gelen tarihçileri şaşırtmıştır.

tolstoy içinde yaşadığı toplumu eleştirip yozlaştığını düşünse de bunun sebeplerinden birinin mevcut otorite olduğunu düşünürdü bu yüzden otoriteye karşı çıkmış, devrimci eğitim metotları uygulamış ve her daim çar’ın karşısında durmuştur. hıristiyanlığın toplum üzerinde etkili olamadığını düşünüp yeni din yazmaya yeltenmiş, kendisini boşlukta gördüğünden midir bilinmez, diğer inanışları araştırmaya koyulmuştur bu yüzden de kilise tarafından sevilmemiştir. zaten o da kiliseye her zaman karşı durmuştur.

dostoyevski ise gençliğinde çar karşıtıydı fakat aldığı idam cezası ve sürgün onu etkilemiş olacak ki ileride sosyalizm görüşünü ve defterini kapatmıştır. aşırı milliyetçi olan yazar hem yahudilerden hem de türklerden hoşlanmamıştır ve gelecekte otorite ve çarlık yanlısı bir görüşe hâkim olmuştur. bu yüzden eserlerinin içinde zaman zaman görüşlerini gizleyememiş milliyetçi duruşunu hissettirmeyi tercih etmiş, realizmden uzaklaşmıştır.

her ne olursa olsun dünya edebiyat tarihi her iki yazara da çok şey borçlu. kelimelerle ifade etmesi zor olan bu durum karşısında iki edebiyatçı için sonsuz saygı duymaktan başka bir şey yapamayız. edebiyat temeline insanı koyan iki yazar bakıldığında mutluluğu ve hayatın anlamını aramaya çalışıyordu. baktıkları yön ne kadar farklı olursa olsun sevginin ve mutluluğun hazinesi için kalemi oynatmayı görev edinmiş ve nihayetinde ebedi huzura kavuşmuşlardır. kim bilir belki de yukarıdan bir yerden okurlarını izliyorlar ve onlara kattıkları değeri görüp asıl mutluluğun kitaplarda olduğunu görüyorlardır.
devamını gör...

oscar wilde

büyük yazar oscar wilde'ın biyografisini derlediğim videoyu izlemek için : tıklayınız

geç victoria dönemi britanya’sının en büyük yazarlarından biri olan oscar wilde, sansasyonel hayatı, yazdığı ustaca gözleme dayalı toplumsal epigramları, oyunları, şiirleri ve romanıyla dönemin en çok ses getiren insanlarından biriydi. 16 ekim 1854 yılında irlanda’nın dublin kentinde dünyaya geldi. babası dönemin ünlü göz cerrahlarından aynı zamanda jonathan swift hakkında çeşitli kitaplar yayınlayan arkeoloji meraklısı william wilde, annesi dönemin milliyetçi hareketinde önemli yeri olan devrimci şair jane francesca wilde idi.

hem annesinin hem de babasının kitaplara olan tutkusu yazarı da etkileyecekti. ilk şiir ve yazım çalışmalarına küçük yaşlarda başlayan wilde, yunan ve roma dönemine âşık olduğundan portora kraliyet okulunda okumaya başlamıştı. okul hayatındaki büyük başarısını en iyi öğrenci ödülü ve en iyi çizim yapan öğrenci ödülleriyle taçlandırmıştı. her ne kadar başarı onu mutlu etse de hayatının ilk şokunu kendisinden üç yaş küçük olan kardeşinin ölümüyle yaşamıştı ve onun saç tellerini bir zarfın içinde hayatı boyunca saklamıştı.

okul hayatındaki başarının ödülü bir sonraki okula gitmesi için ona burs olarak geri döndü ve yazar trinity college’e kraliyet bursuyla katıldı. burada da büyük başarı elde eden wilde okulu birincilikle bitirdi ve berkeley altın madalyası kazanarak oxford’daki magdalen kolejinde ileri eğitim dersleri aldı. akademik olarak mükemmel bir çizgide ilerlemek yazım hayatına da güç katmıştı, yazdığı ravenna adlı şiirle newdigate ödülünü kazarak genç hayatında muhteşem bir tablo yarattı. sanatı, edebiyatı ve estetiği hayatının merkezine alan oscar wilde oxford’dan mezun olduktan sonra kendi yolunu çizdi ve yakın dostu portre sanatçısı frank miles ile londra’ya taşındı.

şiir çalışmalarına ağırlık verdiği 1881 yılında poems-şiirler adıyla ilk kitabını yayınlamayı başardı. kitap yayınlandıktan sonra büyük övgüler almasa da şairi gelecek vaat eden yazarlar arasına sokmayı başarmıştı. ertesi yıl estetik üzerine konferanslar vermek için amerika new york’a gitti ve 140 ders verdi. bu konferanslar sayesinde henry longfellow, oliver wendell holmes ve walt whitman gibi isimlerle tanışmayı başarmıştı. özellikle büyük şair walt whitman’dan çok etkilenen oscar wilde, "amerika'nın bu geniş büyük dünyasında çok sevdiğim ve onurlandırdığım başka kimse yok" diyerek ona olan sevgisini göstermişti.

amerika turunun ardından yazar eve döndü. ingiltere ve irlanda’da ders vermeye devam etti. bu dönemde hem şiirleri hem de verdiği konferanslarla estetiğin önde gelen savunucularından biri olmayı bildi. şair hem politik ve sosyal bakış açısını geliştirerek hem de kendi iyiliğini ve güzelliğini arayarak sanat ve edebiyat teorisi geliştirmeye çalıştı. bunda da başarılı olan yazar kaleme aldığı iğneleyici epigramlarla dehasını ortaya koydu.

bir yandan şiir bir yandan da oyunlar yazmaya devam eden wilde, 1884 mayıs ayında constance lloyd adında zengin bir ingiliz hanımla evlendi. bu evlilikten birinci dünya savaşında ölecek olan cyril ve yazarlık ve eleştirmenlik yapacak hatta babası hakkında kitap çıkaracak olan vyvyan adında iki çocuğu oldu.

evlilikten 1 yıl sonra 1885 yılında dönemin bilinen ama artık miladını doldurmak üzere olan lady’s world adlı bir dergiyi yönetmek üzere işe başladı. genellikle kadınların giyim ve kuşamıyla ilgilenen dergiye devrim niteliğinde giriş yapan yazar, kadınların ne düşündüklerini, neye inandıklarını, neler hissettiklerini ve nasıl bir dünyaları olduğuyla da ilgilendi ve dergi küllerinden doğdu.

yazar dergi için "edebiyat, sanat ve modern yaşamın her alanında kadınların görüşlerinin ifade edileceği bir yayın organı olmalı ve aynı zamanda içeriğiyle erkeklerin de keyifle okuyabileceği bir dergi olmalı.” diyordu.

1888 yılına kadar derginin yönetiminde rol oynayan yazar bu tarihten itibaren iştahla yazmaya başladı. yılın başında çocuk hikayeleri olan mutlu prens ve öteki masallar adlı eserlerini yayınladı. 1891 yılında önce estetik ilkelerin tartışıldığı ıntentions adlı kitabını, sonra da yapıtları arasındaki en büyük eser olarak gösterilen, defalarca sansüre maruz kalan ve her daim tartışılmaya devam eden dorian gray’in portresi adlı kitabı yayınladı.

roman yayınlandıktan sonra wilde hedef tahtasına oturtuldu. ahlaki ve ruhsal çöküntünün savunucusu olduğuyla itham edildi ve kitabın içeriğindeki cinsel temalardan dolayı sansür uygulandı. buna boyun eğmek zorunda kalan wilde kendisini kitabın önsözünde savundu. yazar açık görüşlüydü, sanatçı için erdem ne kadar büyük bir materyalse bazen ahlaksızlığın da aynı şekilde büyük bir materyal olabileceğini söylüyordu. böylece topluma ışık tutmak ve gerçeği görmek daha kolay olacaktı.

oscar wilde bütün bu sarsıntı içerisinde yazılarına ve şiirlerine devam etmeyi sürdürdü. dorian gray’in portresi kitabından sonra 1892 yılında lady windermere'in yelpazesi adlı oyununu yayınladı. büyük bir beğeniyle karşılaşan oyun o dönemde yazarın şairliğinin ve romancılığının üstüne çıkarak ilk edebi biçiminin oyun olduğu yönünde izlenim verdi. çünkü dorian gray’in portresi kitabının değeri henüz anlaşılamamıştı.

bu tarihten sonra yazar da sırasıyla önemsiz bir kadın, ideal bir koca, salome, kutsal metres ve ciddi olmanın önemi adlı oyunlarını yayınlandı. ciddi olmanın önemi yazarın oyunlar içerisindeki en önemli yapıtı olmuştu ve bir süre bu başarının tadını çıkarmaya koyuldu. lord alfred douglas adında genç bir adamla tanışan yazar, bu adamla bir süre ilişki yaşadı. fakat alfred’in babası queensberry markisi bu ilişkiyi öğrendiğinde oscar wilde için kâbus gibi bir dönem başlamış oldu. ikili arasındaki ilişkinin deşifre olmasıyla yazar bunu hakaret sayarak dava açtı fakat bir süre sonra geri almak zorunda kaldı. bunun üzerine marki karşı dava açarak avukatlarını yönlendirdi.

avukatlar alfred’e yazılan mektupları ve wilde’ın eserlerindeki homoerotizm içeren yazılarını mahkemeye kanıt olarak sundu. bunun üzerine davayı kaybeden oscar wilde 25 mayıs 1895 yılında 2 sene hapis cezasına çarptırıldı. 2 yıl sonra hapisten çıktığında duygusal olarak çökmüştü, fiziksel olarak bitmişti, sefildi ve yıpranmıştı.

hapisten çıktıktan sonra halkın ona duyduğu öfkeden dolayı c-3-3 adıyla sadece reading zindanı baladı eserini yayınlayabildi. ismin anlamı reading hapishanesinde kaldığı c blok 3. kat 3. hücreydi. fiziken bitik, zihnen çökmüş olsa da bu eserle ne kadar büyük bir şair olduğunu da ortaya koymuştu. bugüne dek yazdığı tüm şiirler arasında her zaman ilk akla gelen eser olan balad, bugün ülkemizde “oysa herkes öldürür sevdiğini” adıyla bilinmektedir.

fransa’ya sürgüne giden yazar bazen arkadaşlarının yanında bazen de ucuz otel odalarında yaşamaya çalıştı. bu dönem bir süre alfred ile görüştü ama uzun sürmedi. rezil bir mahkeme kararı sadece yazım hayatına değil, yaşamının özüne darbe vurmuştu. buna rağmen çevresi tarafından saygınlığını hiçbir zaman yitirmemişti. insanlar onu mükemmel zekasıyla, esprileriyle ve muazzam eserleriyle hatırlamaya devam etti. estetik anlayıştan vazgeçmeyen yazar dorian gray ile ne kadar yerden yere vurulsa da eserlerinin arkasında durmayı görev bildi. sanatı her şeyin üzerinde gördü ve bu uğurda savaşmayı sürdürdü.

oscar wilde ingiliz toplumunun katı ahlaki tutumunun sert olduğu bir dönemde yaşamıştı. bugün yaşasaydı kendisini daha iyi ifade edebilecekti ve edebi yapıtlarından daha fazla yararlanılacaktı ve belki de daha çok eserini okuyacaktık fakat bütün yaşadıklarına ve haksız ceza almasına rağmen epigramlarıyla dünyanın en çok alıntılanan yazarı olmayı başarmış, yapıtları gereken değeri görmüştü. fakat o bunu bilemeyecekti.

hayatının son dönemlerinde beş parasız paris sokaklarında dolaştı. çocuklarını görmeye izni yoktu hatta soyadları bile değiştirilmişti. alfred’den maddi yardım taleplerine de cevap gelmiyordu, böylece sefaleti kat be kat arttı. yazar hapishanede kaldığı dönemde yaşadığı kulak enfeksiyonu da içten içe onu bitiriyordu ama farkında değildi. çünkü enfeksiyon menenjit olarak geri dönmüştü ve yazar 30 kasım 1900 yılında henüz 46 yaşındayken hayatını kaybetti.
devamını gör...

moby dick

moby dick incelemesi, analizi ve özeti : burada

--yazar hakkında bilgiler--

herman melville 1819 yılında amerika’nın new york şehrinde dünyaya geldi. erken yaşta yetim kalması çocukluğunu yaşayamamasına sebep olmuş, çalışma hayatına 15 yaşında atılmak zorunda kalmıştı. hem okuyup hem kendisini geliştiren bu genç adam tarih ve antropolojiyle kendisini geliştirmiş, edebiyata olan merakı sayesinde shakespeare külliyatını erken dönemde okuyup bitirmişti. ailenin maddi sıkıntısı onu 18 yaşında miço olarak gemide çalışmaya sürükledi. ingiltere ve amerika arasında mekik dokuyan yazar, bu dönemde şiirler ve öyküler kaleme almaya başladı.

hayatının büyük romanı olan ve bugün amerikan edebiyatının değeri geç anlaşılmasına rağmen en büyük romanlarından biri olarak gösterilen moby dick’in hikayesini yaşadığı deneyimlerden yola çıkarak yazmıştır. 1841 yılında balina avcılığı yapan bir gemide çalışmaya başlayan yazar gemi tayfasının kötü davranışları sebebiyle kaçmak zorunda kalmış, markiz adalarında yamyam kabilesine esir düşmüştü. buradan bir avusturalya gemisiyle tekrar denize dönen melville, gemide çıkan isyan sonucu bu sefer de hapse düşmüş, birkaç gün sonra serbest kalınca yine yerli kabileler arasında yaşamak zorunda kalmıştı. evine ancak bir başka balina avcılığı yapan gemiyle dönebilmiş, yaşadığı onca maceranın sonunda moby dick adlı eserini zihninde yazmaya başlamıştı.
**

--eserin yazılmasına ön ayak olan olaylar--

bu hikâyenin yazılmasındaki en büyük etken yazarın yaşadığı maceranın yanı sıra, bu macera sırasında öğrendiği diğer hikayelerdir. birincisi 1820 yılında dev bir kaşalot, bilinen adıyla ispermeçet balinası tarafından batırılan essex gemisi ve mürettebatının hikayesidir. 25 metre boyundaki balina, devasa essex gemisini batırmış, kurtulan mürettebat sandallarla hızla kaçıp güvenli bir yer aramıştır. fakat günler süren açlık ve sefalet onları ölen arkadaşlarını yiyip yamyam yapacak kadar perişan bir hale sokmuş, olayı duyan haber ajansları sayesinde hikâye tüm dünyaya yayılmıştı. herman melville’de bu geminin ikinci kaptanın el yazmalarına ulaşmış, olayı ayrıntılarıyla okuyup, kendi romanında bu maceradan yararlanmıştır.

bir diğeri ise mocha dick adındaki devasa ispermeçet balinasının hikayesidir. 21 metre boyundaki bu beyaz renkli dev canlı yüzlerce kez saldırıya uğramasına rağmen kurtulmayı başarmış ve birçok insanın ölümüne sebep olmuştur. işin acı yanlarından biri bu balina gemilere dostane bir tavırla yaklaşıyor olmasına rağmen insanoğlunun acımasızlığına denk gelmiştir ve vücuduna birçok zıpkın saplanmıştır. en nihayetinde 1838 yılında öldürüldüğü zaman vücudunda onunla gezen 19 zıpkının olduğu gözlemlenmiştir. büyük yazar herman melville bu beyaz balinadan çok etkilenmiş olacak ki, yazdığı romanının adındaki benzerlik sürpriz olmayacaktır.
**

--- buradan sonrası spoiler içeriyor---

kitabın özeti

hayatını denize adamış olan ismail adındaki bir adamın ağzından dinliyoruz bu hikâyeyi. yaşadığı maddi sıkıntının yanı sıra bu adam karadan yeterince zevk alamadığı için tabancası ve kurşunu olarak gördüğü okyanuslara açılmanın her zaman daha doğru olduğunu düşünürdü. fakat şimdiki yolculuğu diğerlerine benzemeyecek çünkü balina avcılığı için yollara düşen ismail, bu seferin ne kadar zorlu ve çekişmeli olacağını görecek, kelle koltukta yaşamanın ne olduğunu pequod gemisiyle çıktığı macerada öğrenecektir.

ismail iş bulup yola çıkmadan önce eski bir handa konaklayacaktı. bulduğu odada ileride onunla beraber pequod gemisine binecek olan korkusuz, cesaretli ve cömert bir adam olan, aynı zamanda balina zıpkıncılığı yapan queequeg ile tanıştı. yüzünde garip şekiller olan bu korkutucu yamyam, o gece ismail’i fena halde korkutmuş olmasına rağmen ismail’in en iyi arkadaşı oldu.

yine şehirde olup gemiye binmeden önce yapacakları bir şey daha vardı. bu kiliseye gidip maple baba dedikleri adamın vaazını dinlemekti. burada yunus peygamberin hayat hikayesini dinleyen ismail artık iş bulup yola çıkmanın vaktidir diye düşünmüş, uzun uğraşlar sonucunda pequod gemisine queequeg ile binmişlerdi.
gemiye adım attıklarında birçok hikâye dinlemeye başladılar. şüphesiz en önemlisi geminin kaptanı olan ve edebiyat tarihinin unutulmaz isimlerinden biri haline gelen ahab’ın hikayesidir. hırs ve intikamla dolan kaptan ahab’ın tek bir hedefi ve tek bir düşmanı vardı. bu, bir zamanlar bacağını kopartıp onu tek bacakla yaşamaya mahkûm eden beyaz balina moby dick idi…

shakespeare tragedyalarının efsane karakterlerinden esinlenerek yaratılmış olan kaptan ahab, kendisini tanrı gibi görürdü. sağduyudan uzak olan bu adam intikam ateşiyle yanıp tutuşurken, kötülüğün vücut bulmuş hali olduğuna inandığı moby dick’i öldürmenin kaçınılmaz kaderi olduğuna inanırdı. fakat ileride doğanın tasviri olarak karşımıza çıkacak olan beyaz balina, kaptan ahab’ın düşündüğü kurban olmayacaktı, aksine asıl kurbanın hırs ve akıldışı intikam peşinde koşan ve boğazına kadar kibre batan kaptan ahab’ın olduğunu bize gösterecektir.

kaptan ahab gemi yola çıktıktan sonra mürettebata gözükmeyip, ardında anlatılan hikayelerin güçlenmesini bekledi. mürettebatın gözünde büyüyen bu adam insanların karşısına çıktığında apaçık amacını herkese haykırmış, moby dick’i öldürene kadar durmayacağına ant içip, diğer gemicilerin de buna ayak uydurmasını istemişti. özellikle ortaya büyük bir para ödülü koyması da gemi mürettebatını heyecanlandırmış olacak ki cesaretlenen mürettebat da beyaz balinayı bulmaya yemin etmişti.

fakat bu çılgınlığa karşı temkinli olan tek bir adam vardı. bu adam pequod gemisinin ikinci kaptanı olan starbuck’tı. muhafazakâr düşünce içinde olan starbuck, eylemleri ve olayları hıristiyan inancıyla harmanlardı ve akılcı düşünmeye özen gösterirdi. fakat onun gibi düşünen başka kimse olmadığı için yakında gelecek felaketten kurtuluşun olmadığını da anlıyordu.

gemiciler moby dick’i aramaya devam ettiler. bu sırada birkaç balina yakalamayı başardılar fakat kaptan ahab’ın gözü diğer balinaları görmüyordu, onun için tek bir şeytan vardı, ona ulaşmak için her şeyi göze almıştı. nihayetinde o an gelmiş moby dick ile karşılaşmayı başarmışlardı. artık günler sürecek olan bir maceraya girişmişlerdi. dev balina oldukça zeki ve hızlıydı bu yüzden kaptan ahab düşmanını kolay kolay alt edemeyeceğini biliyordu. 3.günün sonunda ne intikam yeminleri ne de ödül çığlıklarından eser kalmamıştı. çıkan tek haykırış pequod gemisinin mürettebatının acı çığlıkları olmuştu. geçmişten kalan hırs uğruna yaşanan felakette moby dick beraberinde ismail hariç herkesi yanında götürdü.

**

--inceleme ve analiz--

dünya edebiyatının geç keşfedilen romanlarından biridir moby dick. çünkü yazar kitabı yayınlandıktan sonra yaşadığı dönemde ancak 3000 kopyalık satış görmüştür bu da dönemine göre başarısız bir eser olduğunu gösterir. fakat ışığı olan her kitap gibi moby dick de keşfedilmiş ve hak ettiği değeri bugün edebi çevrelerce görmektedir.
sıradan okurların en çok dile getirdiği mesele kitabın içeriğindeki bilgilerin sıkıcı olduğu yönünde fakat gerçek edebiyatla ilgilenenler burada kendini belli ediyorlar. çünkü kitap shakespeare tragedyasından, şiire, belgesel romandan, destana kadar uzanan geniş yelpazeli bir eserdir. bu fark edilmediğinde gerçek bir edebiyat şöleninden faydalanamayacağınızı anlamanız gerekir.

pequod gemisi farklı milletlerden gelen insanların bir araya geldiği, hiyerarşik düzende yönetilen bir ticari gemi olarak karşımızdadır. fakat balina avcıları hiçbir zaman kendilerini ticaret gemisi olarak görmezler çünkü geniş okyanusları keşfedenlerin yüzyıllarca kendileri olduğunu düşünmüşlerdir.

balina avcılığının dönemine göre önemli nedenleri olduğu görülmüştür fakat pequod gemisinin kaptanı ahab kendi nedenlerini yaratmış ve yola sadece yeminini gerçekleştirmek için çıkmıştır. denizciler kehanetlere ve kadere inanan insanlardan oluşur ama pequod kendi kaderini yazmak için kullandığı kalemi balina kanıyla doldurduğundan mıdır bilinmez, denizin dibine yelken açtığını görememiştir.
pequod gemisi ilkel bir tabuttur. adını, beyazların amerika keşfi sonrasında neslini tükettiği kızılderili kabileden alan bir kıyamet sembolüdür. kasvetli renginin yanı sıra balina kemikleri ve dişleriyle süslenmiş bu yüzen tabut şiddetli ölümlerin hatırasını son anına kadar yanında taşımıştır.

moby dick kitabı dini motifleri bol bir eserdir. anlatıcı ismail adını, hz.ibrahim’in allah’a kurban etmek istediği oğlu ismail’den alır. kaptan ahab adını ibranice incil’den alıntıyla, israillileri putperest bir yaşama sürükleyen kötü kral ahav’dan alır. kitabın içerisinde sıkça yunus peygamber ve süleyman peygamberin ismi anılır. pequod gemisi batıp herkes denize gömüldüğünde sadece ismail hayatta kalır. onu kurtaran gemi rahel ise hz yusuf’un annesinin ismidir. fakat yabancı kaynaklara bakıldığında onca sembollerin içindeki en güçlü karakterin moby dick olduğu görülür. aslında balinanın neyi simgelediği tam olarak anlaşılamaz. kimilerine göre o en başından beri tanrıyı simgeler. ayrıntılı epigramlara ve pasajlara bakıldığında yüce gücü ve hikayelerinden bu sonucu çıkaran birçok yazının kaleme alındığı görülür. beyaz balinaya atfedilen daha çok sayıda teorinin yazılmaya devam edildiği düşünüldüğünde moby dick neden amerikan edebiyatının en büyük eserlerinden biri olduğunu bize apaçık gösterir.

dick kelimesi richard isminin kısaltılmışıdır. bugün ingilizce dilinde “dick” argoda penis anlamına gelir. kitabın yayınlandığı yıl 1851 idi. henüz bu dönemde kelimenin argo anlamı taşıdığı hakkında net bir bilgi yok ama kelimeye yazılı kaynaklarda ilk defa random house tarafından 1966 yılında yayınlanan norman bogner’in seventh avenue adlı kitabında rastlıyoruz.

peki bunu neden söyledin diyebilirsiniz. çünkü moby dick’i cinsel obje olarak gören hatta makalelerinde buna yer veren yazarlara da rastlamak mümkün. buna sebep olan kişinin de bizzat yazarın kendisi olmuş olabilir. bilindiği üzere herman melville moby dick kitabını hawthorne’a ithaf etmiştir. aralarındaki mektuplaşmalara göz atıldığında yazarın hawthorne’a duyduğu cinsel çekim görülmektedir. bu yüzden de moby dick’in doğayı, tanrıyı, gücü temsil ettiği kadar cinselliği de temsil ettiği düşünülmüştür.

türkiye’de bahsi şu ana kadar sadece vedat ozan tarafından edilen bir konu da ismail ile queequeg arasındaki eşcinsel çekimdir. açık söylemek gerekirse ben de böyle bir şeyi fark etmemiştim ama yazar olan yakın arkadaşımın söylemesiyle farkına varmış oldum. bu durumun önemi yayınlandığı yıla bakıldığında anlaşılabilir. çünkü bu tarihte daha önce yazılmış eşcinsel metinle karşılaşmak pek mümkün değildir. bundan dolayı yazar tabuları da yıkmayı denemiştir.
**

--sonuç--

moby dick sadece amerikan edebiyatının şaheseri olmadı. dünya edebiyatının en iyi kitaplarını sıralıyor olsaydık üç haneli rakamlara gelmeden listede yerini alırdı. çünkü moby dick genel temasının fersah fersah ötesine gidebilmiş nadir kitaplardan biridir. biyografi yazarı laurie robertson-lorant’a göre epistemoloji temalar arasındaki en özelidir. ismail’in balina taksonomisi bunu kanıtlar nitelikte. kitabın belgesel roman özelliği de bu bilgi deryasından gelir.

anlatıcı ismail’in meditatif düşüncesiyle kaptan ahab’ın monomanisini karşılaştırmak için bolca epigram mevcuttur. şüphesiz kitabın en önemli iki karakteri kaptan ahab ve beyaz balina’dır. moby dick kaptanın bacağını kopardığı andan itibaren intikam yeminleri etmeye başlayan bu adamı yatağa bağlamak zorunda kalanlar bilir, bu adamın nasıl çıldırdığını. kaptan ahab, moby dick’in tanrının bilinmez doğası ve doğanın mutlak gücü olduğunu bilseydi yine de kararından dönmeyecek kadar onurluydu. onu gemide uyaran tek kişi ikinci kaptan starbuck’tı ama bu adam da o kadar onurluydu ki gerçeği ve geleceği görmesine rağmen ahab’ın izindeydi.

birçok milletten insanın bir araya geldiği pequod gemisi bugünkü dünyanın bir simgesi sayılır. saplantılı fikrin peşinden giden mürettebatın sonu içinde “kader” demek kolaya kaçak olacaktır. çünkü seçme şanları olmuştu ama onlar ödül uğruna dibe gitmeyi göze almışlardı. kıyametin sembolü pequod tabutu moby dick’in şiddetiyle okyanusa gömülürken, queequeg için hazırlanan tabut ismail’e yeni bir yaşam sundu.
devamını gör...

baruch spinoza

spinoza yaşamı, felsefesi ve aykırı tanrısı

avrupa’da felsefenin geleceğini kökünden değiştiren mütevazı, zeki ve korkusuz bir mercek yontma işçisidir. birçok düşünürden farklı olarak herhangi bir kiliseye, üniversiteye ya da kraliyet birimine bağlanmamış, bu yapıların içerisinde kısıtlı kalmamıştı. gerçeği aramak ve sadık kalmak konusunda özgürlüğü seçmişti. o kafka’nın samsa’sı gibi, albert camus’nün meursault’u gibi yalnız ve yabancıydı ama bu yabancılık ve yalnızlık onu batıl inançlardan, dini ve felsefi alandaki tabulardan ve önyargılı olmaktan alıkoydu. fakat muazzam zihninin içindeki soruları sesli olarak dile getirmeye başladığında, peşine düşmanı da takacaktı. bütün bu fikirlerden rahatsız olanlar bu adama bedel ödetme peşine düşecek ve onu birçok suçlamayla karşı karşıya bırakacaktı.

yaşamı

1632 yılında engizisyon zulmünden kaçan yahudi bir ailenin oğluydu spinoza. önce fransa’ya ardından hollanda’ya kaçmak zorunda kalmışlardı. spinoza son derece zeki bir çocuktu. öğrenim gördüğü yahudi okullarında parmakla gösterilirdi. hatta eğitim sağlayıcılar ona çok farklı gözle bakar, ileride topluluklarının ve inançlarının ışığını taşıyacak lider olarak görürlerdi. ailesi onun haham olması için çok çaba gösterdi. spinoza da ailesinin isteklerini yerine getirmiş, genç yaştayken hem sinagogda hem de yahudi okullarında ibranice öğrenmişti.

öyle ki bu dönemde kutsal kitab ve talmud’un yorumlarını okumaya başlayan spinoza, büyük yahudi skolastikleri ve yorumcularının eserlerini de incelemeye başladı. sırasıyla maimonides, levi ben gerson, ibn ezra ve hasdai grescas’ın eserleriyle tanıştı. bunlarla da yetinmedi, ibn gebriol’un tasavvuf felsefesi ile cordabalı moiz’in kabala hakkındaki anlaşılması güç eserlerini bile okumuştu.
spinoza öğrendikçe daha fazlasını arzulayan bir genç oldu. sadece dinin ve okulun öğrettikleriyle yetinmedi. latincenin yanı sıra fizik, kimya, mekanik, gök bilimi, fizyoloji ve felsefeyle ilgilendi. doğa bilimleri üzerinde araştırmalar yapan filozof rene descartes ile tanıştığında felsefenin derinine inmeye başladı.

spinoza sorgulamaktan çekinmeyen bir din adamı olmuştu fakat bu kısa sürmüştü. çünkü açık görüşlülüğü ve gizlemediği fikirleri onu yalnızlaştırmıştı. tehlikeli görülen fikirler ve sorgulamaların sonrasında çevresindeki din adamlarına göre inançlarının ışığını taşıyacak olan genç gitmiş yerine tanrıtanımaz bir adam gelmişti. önce materyalistlikle suçlandı, ardından da tevrat’ı küçük gördüğü söylendi.
bir savunma mekanizması geliştiren filozof düşüncelerini tanrı, insan ve insanın refahı üzerine bir inceleme adlı kitabında ayrıntısıyla ele aldı. fakat bu ona faydadan çok zarar vermişti. önce sinagogdan kovulmuştu, 1656 yılındaysa “meleklerin emri ve azizlerin çağrısıyla baruch de spinoza’yı cemaatimizden uzaklaştırıyoruz; ona beddualar ediyor ve onu lanetliyoruz.” diyerek büyük bir törenle aforoz etmişlerdi.

din felsefesi

spinoza büyük bir dehaydı. ilahiyat okuduğu dönemde kutsal kitapları ve felsefi eserleri özgün diliyle okuyabiliyordu. derin okumalar sonucunda kutsal kitapların içerisinde yer alan ayetlerde çelişkiler gözlemliyordu ve bu çelişkileri paylaşmaktan, sorgulamaktan ve tartışmaktan çekinmiyordu. ona göre çelişkili ayetlerde yer alan cümleler tanrının olamazdı. bunu dile getirmenin en doğru yoluysa felsefeden geçiyordu. fakat bu yoldan yürümek o kadar da kolay olmayacaktı.

yahudi cemaatini en fazla rahatsız eden ve kışkırtan fikir tanrıyla ilgiliydi. spinoza’ya göre tanrı kişileştirilmiş ya da antropomorfik değildi. spinoza, tanrı'nın "evrenin doğal ve fiziksel yasalarının toplamı olduğuna ve kesinlikle bireysel bir varlık veya yaratıcı olmadığına" inanıyordu. bu da onu panteist yapıyordu.

panteistler tanrı ve doğayı birbirinden ayırmazlar. onlara göre tanrı ve doğa tek bir gerçekliğin iki farklı yönüydüler. bu durum tanrı ile dünya arasındaki ilişkinin geleneksel görüşüne yani semavi dinlerin kutsal metinlerinde yazan tanrı anlayışına bir meydan okuma olarak algılandı. semavi dinlerde doğal dünya ve insanlık tanrı emrindeyken spinoza’nın inancında var olan her şey tanrının bir parçasıdır. tanrının dünyadan ayrı bir varlık olmadığını savunan spinoza başyapıtı olarak kabul edilen etika’da bu sistemi ayrıntılı olarak ele almıştı. ne var ki spinoza yaşadığı sürece bu kitabın basılmasına müsaade edilmemiş, ancak öldükten sonra yayınlanmıştı.

spinoza’ya göre tanrı töz’dür. fakat tözün ne demek olduğunu bilmeyenler için önce kısaca tözün ne olduğunu anlatmak istiyorum.
wikipedia’ya göre töz: ya da cevher, değişen yüklemlere desteklik eden değişmez gerçeklik; kendi kendisiyle, kendi kendisinde var olan anlamındaki felsefi kavramdır. öznede değil, kendinde var olan. bağımsızca kendi içinde var olan, demektir.

türk felsefe akademisyeni ahmet cevizci’ye göre töz: “tüm fenomenlerin gerisinde bulunan temel dayanaktır.”

ufuk özen baykent’in spinoza ve leibniz metafiziklerinde töz kavramı adlı yazısındaki tanımlamaya göreyse: “şeylerin altında yatan veya şeylere zemin olan.” demektir.

buna göre töz platon’a göre formlar, hume’a göre izlenimler iken spinoza’ya göre tanrıdır.

ona göre tanrı, evrenin tüm maddelerinin toplamıdır. tanrı evrendeki tek cevherdir ve her şey onun bir parçasıdır. var olan her şey tanrı'dadır ve tanrı olmadan hiçbir şey düşünülemez ve tasarlanamaz.

**

buraya kadar dinleyenlerin anladığı şey elbette spinoza’nın tanrının varlığını inkâr etmediğidir, yani ateist düşüncede olmadığıdır fakat spinoza diğer insanların kafasındaki tanrı imgesinden farklı bir tanrı görür. tanrının varlığı hakkında ona ilk fikri aşılayan yer sinagogdu fakat onun asıl aradığı tanrı descartes’ın felsefesinde yer alıyordu.
descartes tanrıyı iyiliğin ardında aramıştır. bütün iyi şeylerin kendi iyiliklerini elde ettikleri, fakat çok daha büyüğünün, çok daha muazzam olanın ancak tek olması gerektiğini, bunun da ancak tanrıda olabileceğini düşünüyordu. başka bir deyişle bir şeyin var olması için önce zorunlu bir varlık olması gerekir. çünkü descartes tanrı tarafından zihne yerleştirilmediği sürece böyle bir düşüncenin mümkün olmayacağını düşünürdü.

spinoza ise şöyle diyor: “eğer insan tanrı fikrine sahipse, o zaman tanrı bu düşünceden önce var olmalıdır, çünkü insan kendi hayal gücünden fikir yaratamaz. var olan her şey bir nedenden dolayı vardır.”

spinoza’nın tanrısı

spinoza’nın tanrısının nasıl bir yapıda olduğunu anladık peki bu tanrının işlevi nedir?

insanlar binlerce yıldır tanrının sonsuz kudretine teslim olmuş ona dualar ederek daha mutlu, daha zengin ve daha konforlu bir hayat için yakarmıştır. fakat spinoza’nın tanrısı duaları yerine getirecek kabiliyette değildir. insanların hayatına şu veya bu şekilde müdahale etmez. mucizeler yaratarak insanlara kudretini göstermez. acımaz, merhamet etmez veya sevgi benzeri duygular beslemez. bunlar insanlara özel vasıflardır, spinoza’nın tanrısında bunlar bulunmaz. iyi insanları sırf ahlaklı bir yaşam sürdürdüğü için ödüllendirmez. kötü insanları yargılamaz ve onlara herhangi bir ceza uygulamaz.

spinoza’ya göre: bütün bu inanışların arkasında binlerce yıllık batıl inançlar gelmektedir bu yüzden de insanlar kendisinden daha kudretli bir varlığa inanarak ödüllendirileceğini ve kötülerin de ceza alacağına inanmışlardır. bu düşünce çevresinde kendi kendini rahatlatan insanlar tanrıyı akıl yoluyla değil, inanç ve duygularla aramışlardır.
ama spinoza tanrıya ulaşmanın “neden” sorusuyla mümkün olduğunu söyler, bu da bizi etika kitabında da ayrıntılı olarak ele aldığı determinizme götürmektedir.

determinizm anlayışı, doğanın nedensel yasalara tabi olduğu ve evrende hiçbir şeyin nedensiz olmadığı düşüncesine dayanmaktadır. temeli antik yunan’a kadar uzanan determinizm, dönemin filozofları tarafından evreni; matematik, geometri, astronomi ve fizik üzerine yapılan çalışmalar doğrultusunda açıklamaya çalışmıştır. spinoza da matematikten ve geometriden yola çıkarak evreni bu düzende zorunlu tutmuş, tanrıyı töz kabul ederek (sıfatlar) ve (tavırlar) üzerinden evreni zorunluluk ve nedensellik zinciri içerisinde determinist bir anlayışla açıklamaya çalışmıştır

başka ne yazdı

spinoza felsefesini sadece tanrı arayışında yazmamıştır. din felsefesinin yanı sıra siyaset felsefesi, metafizik, zihin felsefesi ve epistemolojiyle de ilgilenmiştir. ifade özgürlüğünü açıkça ifade filozofların başındadır fakat özgür irade konusunda da nedensellik ilkesine bağlıdır. insanların özgür iradesinin olduğuna inanmasını gülünç bulur. her şey bir nedene bağlıdır, o da başka bir nedene. bu sonsuza kadar böyle gider. tıpkı tanrıyı nedensellik ilkesine bağladığı gibi.

ona göre tanrıyı anlamanın yolu önce yaşamın ve evrenin anlaşılmasıyla mümkündür. eğer evreni ve yaşam sisteminin nasıl işlediğini anlayabilirsek, tanrıyı da anlamak mümkün olacaktır. bu yüzden geleneksel dinlerde tanrının anlaşılamaz olduğunu söyler ve insanların akıl yolundan çıkmadığı sürece bütün sorunların üstesinden geleceğine inanır. bu da onun birçok filozof gibi stoa felsefesinden etkilendiğini göstermektedir. stoa felsefesinde bilge insan ortaya çıkan olaylara itiraz eden olmamalıdır, bütün bu olayları anlamaya kendisini adayan kişi olmalıdır.

ölümü

spinoza yaşadığı kısa hayatı boyunca akıl yolundan sapmamış, geliştirdiği fikirleri paylaşmaktan geri durmamıştı. bugün birçok insanın hayatına dokunan george eliot, goethe, hegel, nietzsche, schopenhauer, russell ve einstein gibi dâhileri etkilemeyi başarmıştı. ne var ki yaşadığı dönemde ortaya koyduğu fikirler hem çevresinde hem de inanç dünyasında tepki toplamıştı. bu yüzden defalarca ölüm tehditleri almıştı. fakat buna rağmen boyun eğmemişti. aforoz edildikten sonra felsefesini dile getirmemesi için para bile teklif etmişlerdi ama o dünya hayatında onur ve haysiyetin bu kadar ucuz olmayacağını biliyordu. bu sebeple herhangi bir kuruma ve kuruluşa bağlanmadan mutlu olacağı bir hayat sürmeye çalıştı. yapmaktan hoşlandığı iş cam işçiliğiydi, bu yüzden bir filozoftan çok zanaatkar olarak gözüküyordu. fakat seçtiği zanaat onun ciğerlerini etkilemişti ve 44 yaşındayken ardında muazzam fikirler ve eserler bırakarak hayata gözlerini yumdu.

kaynaklar:
tr.wikipedia.org/wiki/Baruc...
sadikusta.com.tr/spinoza-na...
www.theguardian.com/comment...
dergipark.org.tr/tr/downloa...
en.wikipedia.org/wiki/Baruc...
www.theguardian.com/comment...
en.wikipedia.org/wiki/Philo...
www.ulakbilge.com/makale/pd...
www.atauni.edu.tr/yuklemele...
www.egitisim.gen.tr/tr/inde...

salihogluefe.medium.com/spi...
tr.wikipedia.org/wiki/Deter...
www.ozmsanat.com/aykirinin-...
dergipark.org.tr/tr/downloa...
arastirmax.com/en/publicati...
devamını gör...

yükümlülükler üzerine

latin kökenli romalı devlet adamı, bilgin, hatip ve yazar olan cicero'nun m.ö 44 yılında yazdığı "yükümlülükler üzerine" adlı kitabıdır.
görsellerle süslenen kitap inceleme videosunu izlemek isterseniz buradan izleyebilirsiniz

önce yazar kimdir sorusuna cevap verelim:

cicero m.ö 106 yılında dünyaya geldi. çocukluğundan itibaren büyük bir özveriyle çalışan yazar önce hukuk ardından edebiyat ve felsefeyle ilgilendi. savaştan nefret etse de orduya katılmış, yetmemiş mahkemelerde başkanlık yapmıştı. devletin önemli kademelerine gelmek için kendisini göstermeyi başarmış, bu özveri sayesinde konsüllüğe kadar yükselmişti. cicero böylece homo novus’lar arasına katılmıştı. anlamı, kendi ailesi içinde roma senatosunda üst düzey yöneticilik yapan ilk ve tek kişi olmasıydı. yıllarca devletine hizmet eden yazar sezar döneminde ülkesinden kaçmak zorunda kalmış, onun ardından gelenlerle de husumetli olunca yavaş yavaş ölüme sürüklenmişti. nihayetinde 63 yaşındayken octavius, lepidus ve marcus antonius’un triumvirlik kurmasıyla birlikte cicero devlet düşmanı ilan edilip başı kesilerek idam edilmiştir.
**

cicero hayatı boyunca birçok önemli eser üretmiştir. yükümlülükler üzerine adlı eseri ise onun ölmeden önce kaleme aldığı son kitaplardır. 3 bölümden oluşan bu kitabı yazar oğlu marcus cicero’ya hitaben kaleme almış, bir nevi tecrübelerini ona aktarmaya çalışmıştır. fakat bunu yaparken sadece oğluna değil, aynı zamanda romalılara ve onların torunlarına ulaşacak düzeyde biçimlendirmiştir. nitekim kitap 4 hafta gibi kısa bir sürede yazılmış olmasına rağmen bugün cicero’nun en önemli eserlerinden biri olmayı başarmıştır. birey, devlet, toplum ve ahlak çerçevesinde kişinin ve kişilerin yükümlülükleri üzerine yazılan bu kitap günümüze kadar güncelliğini korumaya devam ediyor.

1.kitap
“sosyal ya da özel, işle ya da evle ilgili, kendi başına ya da başka birisiyle birlikte hareket ettiğin yaşamın hiçbir kısmı yükümlülükten yoksun olamaz; yaşamda ahlâken doğru olan her şey yükümlülüğün yerine getirilmesinden, yanlış olan her şey ise yine yükümlülüğün es geçilmesinden kaynaklanır.”

cicero yükümlülük üzerine kaleme aldığı birinci kitapta 4 ana unsur üzerine eğilmiştir. bu unsurlar okur yorumlarına göre değişiklik gösterse de yol aynıdır. adalet ilk kitabın en önemli meselesidir -ki bu bugün bile çözülemeyen, çözülmeyi bekleyen bir meseledir. ikinci unsur hakikat. üçüncü unsur, metanet iken son unsur ise terbiyedir. bunların yanında alt unsurları da görmek mümkün, cömertlik, cesaret, lütuf, dostluk, sağduyu, ılımlılık, ölçülülük ve iyilik de olmazsa olmazlar arasında kendini gösterir. çünkü insani yükümlülüklerin temelini güçlendirmek için bu unsurları es geçmeden çalışmamız gerekiyor.

tabi ki bu bölüm adalet kümesinde şekillenmekte. çünkü başında adaletin olmadığı diğer unsurların topal kalması olasıdır. adaletin olmadığı bir dostluk, kayırmayı beraberinde getirir. adaletin olmadığı cömertlikte mutlaka birinin hakkı yenilir ve adaletin olmadığı bir cesarette daha fazla kan dökülebilir. onurlu olan aynı zamanda adaletlidir. adalet yükümlülüğün yapı taşıdır, onsuz inşa edilen her bina mutlaka yıkılacaktır. adalet sadece kişisel çıkarlar için değil, toplum ve birey için faydalıdır. kişisel hırslar için maşa olarak kullanılamaz.

“adaletsizliğin iki türü vardır: biri zarar verenlerin, diğeri ise, başkalarına haksızlık yapılmasına mâni olabilecekken bunu yapmayanların adaletsizliğidir.”

cicero ilk kitapta insanlarla hayvanlar arasındaki farkı hatırlatır. vahşi hayvanların güdülerinin yoğunluğuna göre hareket ettiğini, kendisini sadece yaşadığı şimdiki zamana uydurduğunu ve ne geçmişi ne de geleceği hissettiğini söyler. insan ise aklın yoldaşıdır, olayların nedenlerini görür, onların öncülleri ve geçmişleri konusunda bilgisiz kalmaz, kıyaslama yapar, şimdiki olayları birbiriyle ilişkilendirip onlarla bir bağ kurar, böylece tüm yaşam yolunu kolayca görerek onu yaşayabilmek için gerekli olan ne varsa hazır eder. erdem toplum tarafından kabul edilen ahlakın gerektirdiklerini yapmak ve diğer insanlara örnek olmaktır. insanları hayvanlardan ayıran en temel şey akılsa, aklı olandan da erdemli olması beklenir.

2.kitap
yazarın ikinci kitapta stoa felsefesinden etkilendiğini gözlemliyoruz. bu bölümde cicero insanlar için neyin yararlı olduğunu irdelemeye başlar. stoacı ideale göre yararlı olan her şey aynı zamanda ahlaken doğrudur. ahlaken yanlış olup da yararlı olduğunu düşündüğünüz şeyin önünde sonunda yararlı olmadığını anlayacağımızı hatırlatır.

“anlaşılıyor ki şu kural değişmez: ahlaken yanlış olan, yararlı olduğunu düşündüğünüz şeyi elde etsen bile, asla yararlı olamaz. ahlaken yanlış olan bir şeyin yararlı olduğunu düşünmek tam bir felakettir.”

ikinci kitap aynı zamanda gücün nasıl elde edilebileceğini de anlatmaktadır. siyaset ve zenginlik insan için güce ulaşma araçlarıdır. fakat bu gücü ölümsüz kılmanın yolu yine erdemli olmaktan geçiyor. güç sahibi cömert, nezaketli ve belagat sahibi olduğu sürece gerçek popülerliği elde etmiş olur. ölüm kapısını çalsa bile geçmişte yaptıkları onu unutulmaz kılacaktır. zorbalıkla edinilmiş gücün etkisi kısa sürer ve bir balon gibi sönmeye mahkumdur. iyi niyetle, sadakatle, hayırseverlikle, adillikle ve cömertlikle elde edilmiş güç insani yükümlülükler bakımından en önemli gösterge sayılmaktadır.

cömertlik bu bölümde önemli bir yerdedir. zira cömertliği eli bolluktan ayırt etmek gerekir çünkü cömert insan aynı zamanda savurganlıktan uzak durmalı, gösteriş amaçlı cömertliği tercih etmemelidir. insanlara yardım ederken onları sadece parayla değil, yararlı olanla mutlu etmelidir. bir devlet adamı muhakkak hayırsever olmalıdır fakat bunu yaparken bir veya birkaç kişi için değil, bütün toplumu düşünerek yapmalıdır.

“her şeyden önce ne kadar daha fazla insana yardım edilirse, o kadar çok hayırseverlik yapan insan ortaya çıkar; ikincisi, bir kere hayırseverlik alışkanlığını kazanmış olan insanlar birçokları için iyi işler yapmaya daha hazır ve daha donanımlı olurlar.”

3.kitap
üçüncü kitapta cicero, bir dönem stoa okulunun başına geçen rodoslu panaetius’un yükümlülükler üzerine yazdığı eserin izinden gittiğini söyler. panaeitus yükümlülük üzerine yazdığı eserde, insanların izledikleri yolun ahlâken doğru mu yoksa yanlış mı olduğunu, izlenmesi kararlaştırılan yolun insanın yaşamı için yararlı mı yoksa zararlı mı olduğunu ve ahlâken doğru olarak görünen yolun aynı zamanda yararlı olan yolla çatışması ve insanın bu iki yol arasındaki seçimde nasıl karar alması gerektiğini açıklamayı hedeflemiş, erkan kurul’un yükümlülük üzerine yaptığı inceleme yazısından anladığımız kadarıyla 3. yol için zamanı kalmamıştır.

bu bölümde erdem ve menfaat arasındaki çelişki üzerine düşünceleri görebilirsiniz. erdemli olmayanın ahlaken doğru olmadığını defalarca hatırlatır. aynı zamanda yazar stoa felsefesinden yola çıkarak doğa ile bütünleşme konusunda öğütler verir. ticaret üzerinden hak ile haksızlığın değerlendirmesi yapılır. kişisel çıkar için sessiz kalmanın da ahlaksızlık olduğunu hatırlatan yazar, bu tür kurnazlıkların erdemden çok uzak olduğunu gösterir.

**
“ancak tehlikeler ve zorluklar arasındayken beliren ruh yüceliği adaletten nasibini almamışsa ve genelin selametinden ziyade kendi yararı için mücadele veriyorsa kusurlu demektir, dahası sadece erdemden yoksun değil aynı zamanda tüm insanlığı huzursuz eden bir yabanilik içindedir.
nitekim tuzaklarla ve kötülükle cesaret şanını arayan hiç kimse böyle bir şöhrete kavuşamaz, adaletten yoksun olan hiçbir şey ahlaken doğru olamaz.”

üzerinden asırlar geçmiş olmasına rağmen güncelliğini korumayı başaran yükümlülükler kitabı aydınlanma çağının filozofları tarafından da incelenmiş kimi filozoflar bu eseri yüceltirken kimi filozoflar yetersiz bulmuştur. fakat cicero oğluna hitaben yazıp bütün toplumun okumasını hedeflediği eserinde insanlar için çok mühim konuları değerlendirmeye çalışmış nitekim başarılı da olmuştur. insanları diğer canlılardan ayıran en önemli özelliğin akıl olduğunu, bu yüzden de kendisini geliştirmek zorunda olduğunu anlatmaya çalışmıştır. insan yalnızca bilgelik sayesinde yükselecek, erdemler sayesinde saygı görecektir. erdemler insanlar için zorunluluk teşkil etmelidir, aksi düşünülmemelidir.

şahsi çıkarlar için göz ardı edilen erdemlere şahit olan cicero, ta m.ö 44 yılında yazdığı bu eserle insanlara seslenir. bütün kötülükler, azgınlıklar ve hak yemelerin arkasındaki sebepler bellidir der, bunlar devlet yöneticilerinin yükümlülüklerini yerine getirememesi, toplumu oluşturan bireylerin de böylesi azgınlığa ve felakete göz yumuyor olmasıdır.

ya tamam işte adam sayfalarca bize iyi insan olmayı öğütlüyor ne var bunda diyebilirsiniz. fakat yanılırsınız. cicero devlet kademesindeyken büyük bir güce sahipti. bu gücü saçma bir şekilde de kullanabilirdi ama yapmadı çünkü ahlakın gerekliliklerini atladığında insani değerleri yitireceğini biliyordu bu yüzden de kalemini oynatarak biz insanlara yaşamın gerçek yüzünü açıklamayı seçti. bundan bir pay çıkarırsınız ya da çıkarmazsınız. bu size kalmış.

yararlandığım kaynaklar
cıcero ve de offıcııs eserinde romalı erdemleri, abrim gürgen, istanbul, 2016
cicero, yükümlülükler üzerine, istanbul, 2013, erkan kurul
de.wikipedia.org/wiki/de_of...
en.wikipedia.org/wiki/cicero
jimithekewl.com/2013/06/06/...
devamını gör...

yaşar kemal

kemal sadık göğceli, edebiyattaki adıyla yaşar kemal türk edebiyatını dünya çapında temsil eden en büyük yazarımızdır. biyografisini izlemek için: link

1915 yılında rus ordusunun van’ı işgal etmesiyle birlikte, ailesi 1,5 yılda önce diyarbakır’a ardından da çukurova’ya göç etmişti. luvan aşiretine bağlı olan aile, türkmenlerin yaşadığı hemite köyüne kadar gelmiş, bölgede kürt kökenli tek aile olarak yaşamıştı.
yaşar kemal tam olarak bilinmese de 1923 yılında doğduğu düşünülmektedir. babası sadık efendi, annesi ise nigar hanımdır.

yaşar kemal, bey ailesinde doğmuştu. luvan aşiretinin son beyi babasının amcası güllihan bey idi. köyünde türkçe, evinde kürtçe konuşulurdu. her büyük yazar gibi o da ilk travmalarını çok küçük yaşlarda yaşamıştı. ilki 3,5 yaşına geldiğinde kurban kesimi sırasında halasının eşinin elinden kaçan bıçakla bir gözünün kör olmasıydı. diğeriyse henüz 4,5 yaşındayken babasının van’dan göç sırasında ölümden kurtardığı yusuf adındaki evlatlığı tarafından yaşar kemal’in gözleri önünde hançerlenmesiydi.

bu olaydan sonraki saatlerde sabahlara kadar feryat figan ağlayan yazar, yaşadığı sarsıntının etkisiyle kekeme olmuş, 12 yaşına kadar bu illetten kurtulamamıştı. bu hadisenin ardından zor günler gelmeye devam edecekti, babasının ölümüyle birlikte refah içinde olan aile yavaş yavaş fakirliğe sürüklendi.

yaşar kemal yazı kavramıyla ilk defa tanıştığında 8 yaşındaydı. köye gelen bir çerçinin elindeki deftere bir şeyler karaladığını gören yazar, onun yazı olduğunu öğrendi ve 9 yaşındayken okuma yazma öğrenme maksadıyla adana’nın burhanlı köyündeki kadirli cumhuriyet ilkokuluna yazıldı.

okuma yazmayı 3 ayda öğrenen yazar edebiyatla ilk defa ortaokul döneminde tanıştı. her ne kadar okulu devamsızlık yüzünden erken bırakmak zorunda kalmış olsa da halk edebiyatına olan ilgisini bırakmadı.

fırsat buldukça halk edebiyatını okuyan, araştıran ve yazan yaşar kemal, küçük yaşlarda deneyimlediği her anı anlatacağı kitapları için bilgi ve birikim sahibi oldu.

ortaokulun son sınıfında okuldan uzaklaştırılan yazar, iş hayatına atılmak durumunda kaldı. adana ve yöresinde ırgatlık, su bekçiliği, ırgat kâtipliği, kitapçılık, inşaat denetçiliği, arzuhalcilik, kunduracı çıraklığı, vekil öğretmenlik ve traktör sürücülüğü gibi onlarca işte çalıştı.

yaşar kemal edebiyata ilk defa şiir yazarak başlamıştı fakat annesi bunu onaylamıyordu. yazar çok küçük yaşlarda bile yaşlı halk şairleriyle atışıyor fakat bir türlü saz çalamıyordu. çünkü annesi onun âşık olup uzak diyarlara gideceğinden çok korkuyordu. evin tek çocuğu olmasının verdiği bu dezavantajı yine de avantaja çevirecekti.

babasının koruyucusu zalanınoğlu adlı eşkıyanın ölümünden sonra yaktığı ağıt annesini de etkilemiş olacak ki, sonradan onun ağıtlarına ve şiirlerine karşı durmadı. ilk şiiri olan “seyhan” 1939 yılında adana halkevi dergisinde yayınlandı. ardından kolları sıvayan yaşar kemal ilk kitabı ağıtlar için çukurova ve çevresini gezerek araştırmalar yapmaya başladı. 3 yıllık araştırmaların ve çalışmanın sonucunda adana halkevi tarafından, 1943 yılında ağıtlar kitabı yayınladı. böylece henüz 20 yaşındayken edebiyata olan ilk adımını güçlü bir şekilde attı.

yazar 1 yıl sonra askerliğini yapmak üzere kayseri’ye gitti fakat yazmayı bırakmadı. askerlik yaptığı sırada kaleme aldığı pis hikâye adlı öyküsü 1944 yılında yayınlandı. bu hikâyeden sonra adını iyiden iyiye duyurmaya başlayan yazar pertev naili boratav, nurullah ataç, güzin dino eşi ressam abidin dino ve ağabeyi arif dino ile tanışıp sanat dünyasında yeni ufuklar keşfetti.

bu dönem tavsiye üzerine okuduğu “don kişot” kitabı onu çok etkilemişti. bunun yanında balzac’tan, dostoyevski’den, gogol’den, çehov’dan, karacaoğlan’dan, sait faik abasıyanık’tan da ilham alıyordu.
alexandre dumas fils’in kamelyalı kadın adlı eserini defalarca okuduğunu belirtmişti.
halk edebiyatından sonra batı edebiyatını keşfeden yazar hiç durmadan okuyordu ve aynı zamanda kalemi de elinden bırakmıyordu.

"don kişot'u okuyunca yeni bir dünya buldum. günlerce etkisinde kaldım. cervantes bütün insanlığımı, yüreğimde sakladığım birçok gizi açıklamıştı. bir karanlığa gömülmüş, sonra da içimde bir yücelme olmuştu." (röportajdan alıntı)

1947 yılında onu dünya çapında edebiyatçı yapacak olan ince memed adlı kitabına başladı fakat yarım bırakmak zorunda kaldı. 1950 yılında istanbul’a taşınan yazar komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle hapse atılıp 1 sene cezaevinde kaldı. çıktıktan sonra cumhuriyet gazetesine giren yazar ilk defa yaşar kemal adını da burada kullanmaya başladı. çeşitli röportajlar ve fıkralar yazarak geçimini sağlayan yazar anadolu insanın toplumsal sorunlarını sosyalist düşünceyle ele almaya çalışıyordu.

aynı dönem “dünyanın en büyük çiftliğinde yedi gün” adındaki röportajıyla, gazeteciler cemiyetince verilen “özel başarı armağanı”na layık görüldü.

1952 yılında sultan 2. abdülhamid’in baştabibi jak mandil efendi’nin torunu olan thilda serrero ile evlendi. ingilizce, fransızca ve ispanyolca bilen thilda yazarın 7 eserini bu dillere çevirerek yaşar kemal’in avrupa’ya açılması konusunda büyük adımlar attı. yazarın bu evlilikten raşit adında bir çocuğu oldu. tilda hanım 2001 yılında vefat edene kadar evlilik devam etmişti. yazar 2002 yılında ise ayşe semiha baban ile evlendi.

yaşar kemal bir yandan cumhuriyet gazetesinde yazıyor bir yandan da öykü ve romanlar kaleme alıyordu. ilk öykü kitabı sarı sıcak’ı evlendiği dönem yayınlayan yazar bu kitabında doğayı, dayanışmayı, şiddeti, tutkuyu ve yozlaşmayı anlatmaya çalışmıştı. kitap içerisindeki bebek adlı hikâyesinin bir özelliği de vardı bu dünya edebiyatı çevrelerince duyulan ilk öyküsü olmasıydı.

bu dönemde yarım bıraktığı eseri ince memed’e devam etmeye karar vermişti ve 3 yıl boyunca büyük bir arzuyla çalışıp 1955 yılında kitabı yayınladı. yayınlandıktan kısa bir süre sonra varlık dergisinin roman armağanına layık görüldü. başlangıçtan son cildin yayınlanmasına kadar 40 yıllık bir süreyi kapsayan ince memed serisi türk edebiyatının dünya çapında tanınmasında büyük rol oynadı.
40’tan fazla dile çevrilen ince memed bugün hala türk edebiyatının zirve kitaplarından biridir.

ince memed kitabıyla birlikte büyük bir üne kavuşan yazar bir ay gibi kısa bir sürede ikinci romanı olan teneke adlı kitabını bitirdi. çukurova'daki çeltik ağalarına karşı mücadele eden köylünün yanında yer alan idealist kaymakamın trajik öyküsünün anlatıldığı kitapta, anadolu’ya ve insanına dair muazzam tespitler görülmüştür.

yaşar kemal gençliğinde edindiği tecrübelerden sonra düşünce dünyasını geliştirmeye çok önem verdi. hayatını ve sanatını bir bütün halinde gören yazar, hiçbir zaman fikir ayrılığına düşmeden inandığı uğurda yürümeyi tercih etti ve sanatını da bu uğurda kullanmaya özen gösterdi.

"halka kim zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, sömürüyorsa, feodalite ya da burjuvazi fark etmez, halkın mutluluğunun önüne kim geçiyorsa ben sanatımla ve bütün hayatımla onun karşısındayım. ben etle kemik nasıl birbirinden ayrılmazsa, sanatımın halktan ayrılmamasını isterim. bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum.” diyordu.

ince memed ve teneke kitaplarından sonraki 1960 yılına kadar gazetede çalışmaya devam etti. edebi anlamda o ara dönem bir şey verememiş olsa da 1960 yılından sonra büyük bir iştahla kitap yayınlamaya başladı. bir yandan edebiyatı bırakmayan yaşar kemal bir yandan da siyasi düşüncelerini daha etkin bir şekilde anlatabilmek için türkiye işçi partisine katılmaya karar verdi. bu girişim çok uzun soluklu olmayacaktı çünkü yazar, partinin niteliğini yitirmesinden, bürokratların eline geçmesinden ve emekçilerden kopmasından büyük rahatsızlık duymuştu.

1967 yılında siyasi haftalık dergi olan ant’ın kurucularından biri oldu. dergide yazdığı yazılardan ötürü birçok kez mahkeme yollarına düştü. “kanlı iktidarın ortakları” ve “camiler kışla oldu” başlıklı yazıları nedeniyle ağır ceza mahkemesinde beş yıl yargılandı ve aklandı. 12 mart 1971 muhtırasının ardından adı arananlar listesine dâhil edilmişti. hiç kimseyi beklemeden gidip teslim oldu ve sebepsiz yere 1 ay hapis yattı.

birkaç gün sonra ise yabancı dil bilmediği halde “marksizmin temel kitabı’nın” çevirmeni olarak yargılanarak 18 ay hapse mahkûm edildi fakat bu karar da yargıtay tarafından bozuldu.
takip eden yıllarda türkiye yazarlar sendikası kurucuları arasında yer aldı ve ertesi yıl başkanlık görevini yürüttü.
1950 yılında halide edip adıvar öncülüğünde kurulan pen yazarlar derneği 1980 askeri darbesiyle kapatılmıştı, 1988 yılında yeniden kurulan derneğin ilk başkanı yaşar kemal oldu.

1995 yılında alman der spiegel dergisine yazdığı makale sonucunda bölücülük propagandası yaptığı gerekçe gösterilerek dava açıldı. bu makale 1995 yılında can yayınları tarafından yayınlanan düşünce özgürlüğü ve türkiye kitabında yayınlandı fakat kitap yayınlanır yayınlanmaz toplatılmasına karar verilmişti.

yaşar kemal’in başı mahkemeler ile dertteydi. o sosyalist görüşlerini açıklamaktan hiçbir zaman çekinmezdi. bu yüzden yazdığı yazılar da dönemin hükümetleri tarafından hoş karşılanmazdı. defalarca mahkeme yolunu tuttu. buna rağmen bildiklerinden vazgeçmedi, fikirlerinden şaşmadı. o sosyalizmi tam bağımsızlık olarak görürdü. kültür yozlaşmasından hoşlanmazdı. doğaya ve insana âşıktı.
“benim için dünya bin çiçekli bir kültür bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya için büyük bir kayıp sayarım.” diyordu.
eserlerini de bu fikirlerden ilham alarak yazmış bu yüzden dünya çapında bir yazar olmuştu.

yaşar kemal 1973 yılında nobel’e aday olan ilk türk yazarımızdı ve bu tarihten sonra çok kereler de aday olacaktı.

1974 yılında yayınladığı demirciler çarşısı cinayeti kitabıyla, ilk madaralı roman ödülünü kazandı. 1977 yılında yayınladığı yer demir gök bakır kitabıyla fransa'da en iyi yabancı romanı ödülünü kazandı.

her ne kadar çeşitli sebepler uydurularak nobel ödülünden uzak tutulmuş olsa da gerek ülkemizde gerekse avrupa’da çok daha fazlasını aldı. hayatı boyunca edebiyatın her türünde kâğıda iz bırakan büyük yazar onlarca şiir, öykü, roman, anı, röportaj, derleme, söyleşi, deneme, oyun, fıkra, makale ve senaryo gibi eserleri ardında miras bıraktı.

eserlerini doğa ve insan odaklı yazan büyük yazar düş içindeki insanın kendi içinde yarattığı mitleri göstermeye çalıştı. ezilmiş halkların dramını, ezenlerin acımasızlığını anlattı.

yaşar kemal 2000’li yıllarda da yaşlanmış ve yorulmuş olmasına rağmen yazmayı sürdürdü. bir ada hikayesi serisini bu yıllarda tamamlayan yazar, tek kanatlı kuş, çocuklar insandır, bugünlere bahar indi, bindir çiçekli bahçe gibi eserlerini vermeye devam etti. hayatı boyunca kalemi elden bırakmayan yazar, türk edebiyatına bıraktığı onlarca eserle adeta kötülüğe baş kaldırmıştı.
hem köylü halkın yaşadığı sıkıntıları hem de kentli insanın yaşadığı dramı okuyucularına yaşatırcasına anlatan yazar, pastoral tekniğini ülkemizde en iyi kullanan yazar oldu.

tarih şubat 2015’i gösterdiğinde kalp ve solunum bozukluğu sebebiyle hastaneye kaldırıldı ve 28 şubat 2015 yılında bu güzel insan yaşar kemal, iyi atlara binip ölümsüzlüğe uzandı.
devamını gör...
8.

friedrich nietzsche

hayat hikayesini dinlemek için; dinle - izle

yeryüzünde var olan bütün dinlerin ve politik görüşlerin insanoğlunun özgür gelişmesini engellediğine ve hepsinin yıkılması gerektiğine inanan bir insan…

nietzsche 1844’te saksonya’da bir taşra papazının en büyük oğlu olarak dünyaya geldi. gerek annesi, gerekte babası uzun protestan geçmişleri olan ailelerden geliyorlardı ve evlerinde sessiz, sakin, bilgili ve sıkıcı bir hava esiyordu. friedrich, gençliğinde çok zekiydi. evin ve okulun otoritesine sıkı sıkıya bağlıydı.

annesi, friedrich daha 5 yaşındayken dul kalmıştı ve sonradan olan kız kardeşleriyle birlikte komşu şehir olan naumburg’a yerleştiler. ailenin tek erkek üyesi friedrich ve burada kadınların arasında yani annesi, büyükannesi, teyzesi ve kız kardeşleri ile birlikte yaşamaya başladı.

1851 yılında weber enstitüsü’nde, eğitimine başladı. annesinin ona piyano hediye etmesiyle ilk müzik derslerini aldı. 10 yaşında ilk kompozisyon denemelerine başlayan friedrich orta öğrenimi sürecinde birkaç deneme, çok sayıda şiir ve kompozisyon kaleme aldı.

12 yaşına geldiğinde sonradan kendisinin açıkladığı üzere “olanca göz kamaştırıcılığı içinde tanrı’yı” gördü. on üç yaşında, yani 1857’de ilk otobiyografisini yazan nietzsche’nin, kafasını kötülük olgusu kurcalıyordu. “hiç bir adalete sığmayan, dünyadaki sayısız çatışma ve derin acı iyi bir tanrıya nasıl mal edilebilirdi? çocuğun küçük yaşta kaygı ile tanık olduğu, özellikle bedensel acı ve işkencelerin kaynağı neydi?” bu kuşkular nietzsche'nin bilincinde gelişecek, dört yıl sonra, 1861 yılında yazdığı ilk şiirin esin kaynağı olacaktı.

hayatını ailesinden de etkilenerek dine evrilten nietzsche, 20 yaşında bonn üniversitesinde ilahiyat eğitimi almaya başladı. fakat bu eğitim kısa sürdü ve 1 yıl sonra dillerin yapısını, tarihsel gelişimini ve birbirleri ile ilişkilerini inceleyen bilim dalı olan filoloji’de karar kıldı. bu okulda çok sıkı bir şekilde eski yunanca ve latince öğrendi. evdeki rahat ve konforlu hayattan, okulun soğuk demir yataklarına geçiş onu epey üzmüştü. fakat düşünce tarzı bundan aldığı kuvvetle daha da güçlendi. kişiliğinin ve başarısızlığın bilincine bu sayede varmıştı.

ancak bir yandan da inancını sorgulamaya devam ediyordu. nietzsche’nin keskin zekası, içinde yaşadığı dünyanın çelişkilerini görmezlikten gelmesine engeldi. bu dönemde kadınlar tarafından çevrelenmiş geçmişi ve atacağı adımlar ve yapacakları yine ailesi tarafından planlanmış geleceği ile ilgili düşünmeye başladı. huzursuzdu, bilinçsiz bir isyan dürtüsü kişiliğine etki etmeye ve onu değiştirmeye başladı.

herkesin giremediği özel öğrenci birliklerine girdi, arkadaşlarıyla içki içmeye başladı ve öğrenciler arasında yapılan eskrim düellolarına katıldı. kaçınılmaz olarak bir düelloda yara aldı. burnunun üstündeki küçük dikiş izi o günlerden kalmaydı.

bu dönemde nietzsche’nin yaşadığı iki önemli olay hayatını sonsuza kadar değiştirecekti. birincisi gittiği bir genelevde kaptığı frengi virüsüydü. o dönem frenginin tedavisi mümkün değildi ve gittiği doktor bu hastalığı ondan gizlemeye karar verdi. aslında o dönem bu uygulama sıkça yapılan bir şeydi. ikinci olay ise gittiği bir sahaf dükkânında bulduğu kitaptı. arthur schopenhauer’in istem ve tasarım olarak dünya adlı kitaptı bu. yazarın karamsarlığı onu derinden etkilemişti ve nietzsche bu tarihten sonra yazar hakkında derin araştırmalar yapmıştı.

niçe için bir diğer önemli hadise ise 8 kasım 1868 yılında vilhelm richard wagner ile tanışmasıydı. nietzsche müzisyen olan wagner’e hayranlık derecesinde ilgi duyuyordu. her ikisinin ortak özelliği hem beethoven’a hem de schopenhauer’e olan ortak hayranlıklarıydı. wagner nietzsche’nin babasıyla hemen hemen aynı yaştaydı. babasız büyüyen nietzsche için baba figürü oluyordu ve o dönem wagner’den epey etkilenmişti.

öğrenimini tamamlayan nietzsche, çok genç yaşta yani daha 24’ündeyken isviçre’nin basel üniversitesinde filoloji profesörü oldu.

basel’de nietzsche’nin bilinen değerlere karşı isyanı açığa vuruldu ve kitaplarının ilk üçünü yazdı. aynı zamanda gittikçe artan ruhsal yalnızlığının bilincine vardı. fikirlerini anlayanlar pek azdı ve bunlar da istekli görünmüyorlardı. dostluğa pek düşkün olduğu halde uzun süreli pek az dostluk kurdu. gerçekte dostluk kuracak kendi çapında zeki insan bulamıyordu. basel’de hem filoloji hem de felsefe dersleri veren niçe üniversitede epey saygınlık kazanmıştı.

hem dostoyevski hem de tolstoy gibi savaş ortamını gören yazarlar kervanına katılacağı tarih 1870 yılıydı. gönüllü olarak prusya savaşında sağlık hizmetleri birliğine er olarak katılmıştı. nietzsche’nin o dönem içinde yanan vatanseverlik alevi ancak savaşa katıldığında sönecekti ve nitekim öyle oldu. kitabını tamamlama duygusunun bile önüne geçen vatanseverliğiyle ilgili sonraları şunları söyleyecekti: “karşımızda devlet var. başlangıcı insana utanç verici. çünkü devlet insanların çoğu için korumak bilmeyen bir acı kuyusu, ikide bir buhranlara salarak onları tüketen bir alev. ne var ki, çağırmaya görsün, ruhlarımız kendilerini unutuyor; kanlı çağrısına yığınlar koşa koşa gidiyor, kahraman oluyorlar.”

cepheye giderken, frankfurt’ta, oldukça gösterişli biçimde resmi geçit yapan bir süvari birliği görmüştü. bütün felsefesini yaratacak hayalin ve görüntünün o an doğduğunu söylemiş ve bunu şu sözlerle ifade etmişti: “en güçlü ve en yüksek yaşama isteminin sefil bir var oluş mücadelesinde değil, savaş isteminde, güç isteminde, yenmek isteminde olduğunu duydum ilk defa.” bu düşünce, onun “güç istenci” kitabının tohumu olacaktı ve oluşumundaki militarist kaynağı hiçbir zaman inkar etmeyecekti.

savaş ortamında karşılaştığı acı gerçekler karşısında dehşete düşen nietzsche halihazırda kaptığı frengi virüsünden sonra çürümüş cesetler ve yaralanan askerlere yardımcı olmaya çalıştığı bu dönemde dizanteri ve difteri virüslerine de merhaba demişti. böylece sağlığı giderek bozulan nietzsche cepheden vazgeçmek zorunda kaldı.

tekrar üniversiteye dönen yazar hem denemelerine hem de kitaplarına ağırlık verdi. 1972-1978 yılları arasında toplam 6 eserini yayınlamayı başarmıştı.
1879’da uzun yıllardır sürmekte olan sağlık problemleri iyice arttı. zira çocukluğundan bu yana miyop olan filozofun bu sorunu geçici körlüğe neden oluyordu. migren ve şiddetli mide ağrılarıyla birlikte sağlığı iyice bozulduğu için üniversitedeki görevinden istifa etmek zorunda kaldı.

üniversiteden istifa ettikten sonra birçok ülkeyi gezme fırsatı yakaladı ve o dönemden 1888 yılına kadar her sene yeni denemeler ve kitaplar yayınlamaya devam etti.

1882 yılında yazdığı şen bilim kitabı yayınlandıktan sonra ünlü yazar lou salome ile tanıştı. thuringia’da birlikte bir yaz geçiren ikiliye nietzsche’nin kız kardeşi elizabeth de eşlik etti. salome, nietzsche’yi bir partnerden çok öğretmen gibi görüyordu. ancak filozof salome’e aşık oldu ve onun peşinden koşmaya devam etti. salome, nietzsche’nin evlenme teklifini reddettikten sonra ilişkileri sona erdi. kardeşi elizabeth’in annesiyle birlikte sürekli olarak salome hakkında tartışmaları, tekrarlayan hastalık nöbetleri ve onu canından bezdiren intihar düşüncesi ile oldukça bunalan nietzsche, en büyük eserlerinden biri olan böyle buyurdu zerdüşt kitabının ilk bölümünü 10 günde yazacağı rapolla’ya kaçtı.

schopenhauer’e olan felsefi bağlılığını yitirdikten ve hayatını etkileyen, baba gibi gördüğü wagner ile olan ilişkisini tamamen koparması o dönem yazmaya devam ettiği böyle buyurdu zerdüşt kitabını da etkilemiş oldu. yazım tarzını değiştirmesi o dönem okuyucular tarafından fark edildi ve eserleri daha az satmaya başladı. bu dönemde yayıncısıyla sorunlar yaşamaya başlayan nietzsche’nin böyle buyurdu zerdüşt kitabının dördüncü bölümü ancak 40 kopya basıldı. bu kopyalar da sadece yakın çevresine dağıtıldı.

yaşadığı sağlık sorunlarından dolayı eskisi kadar iyi üretemiyor ve çalışmaları üzerinde uzun süreler düşünme fırsatı yakalayamıyordu. işte tam o dönemde yani 1887 yılında dostoyevski’nin kitapları eline geçmiş ve yazarı benimsemişti. bu dönemden 1889 yılına kadar kendi çabalarıyla 5 kitap daha yayınlamayı başarmıştı.
bundan sonraki yıllarda olumlu düşünce tarzını geliştirdikçe var olan nietzsche ile var olmasını istediği nietzsche arasındaki uçurum giderek daha fazla açıldı. fikirlerindeki şiddetle dost olarak yanına aldığı kadının eline bakan adam arasındaki zıtlık duygulandırıcıydı. bilinen ölçülerden kendini kurtarmak bir yana hayatında annesinin ve kız kardeşinin etkisinden bile kendisini kurtaramıyordu. kitaplarında salık verdiği gibi yüreğindeki acıma duygusunu öldürmek şöyle dursun, son derece duyarlı, içten hıristiyanlar karşısında anlaşılmamaktan korkan biri olup çıkmıştı. karşılaştığı gerçekler yüzünden yüreği beyniyle devamlı savaş halinde bir adam olup çıkmıştı.

3 ocak 1889 yılında beklenen çöküntü gelip çattı. daha önceki aylarda akıl deneyinde aksama olduğunu gösteren belirtiler ortaya çıkmıştı. çapraşık şiddet duygularını dile getiren mektuplar yazıyordu. bunlardan birinde genç kayser’i öldürmek niyetinden söz ediyor, diğerinde çarmıha gerilmiş adam diye imza atıyordu.
derken bir gün sokakta bir at arabasının sahibinin atına çok kötü davrandığını gördü. koşup hayvanın boynuna sarıldı, acıyla öpmeye başladı hayvanı. sonra hıçkıra hıçkıra ağladı. birden kendini kaybedip yere yuvarlandı.

dostoyevski’nin suç ve ceza kitabında, eserin kahramanı raskolnikov’un da gözleri önünde bir at kırbaçlanıyordu. bu durum nietzsche’nin biyografi yazarlarının gözlerinden kaçmadı. zira nietzsche dostoyevski’i çok seviyor ve onun için şöyle diyordu: “kendisinden bir şeyler öğrendiğim tek psikolog.”

her ne olursa olsun o an da bayılışı ve çöküşü tam oldu. bir daha aklını tam olarak kullanamadı, kitap yazamadı. hasta yatağında annesi ve kız kardeşi tarafından bakıma muhtaç bir şekilde son yıllarını geçirdi.

1900 yılında ise hayatını yalnız başına geçiren, birçok esere imza atan, herman hesse, michel foucault, albert camus, carl gustav jung gibi isimlere ilham kaynağı olmuş büyük filozof nietzsche, zaatüreden hayatını kaybetti. yıllarca hıristiyanlığa hizmet etmiş atalarının yanına gömüldü. kim bilir belki de onların yanında kendisini daha mutlu hissetmiştir.
devamını gör...
9.

fyodor mihayloviç dostoyevski

hayat hikayesini dinlemek için; dinle - izle

feodor dostoyevski bir isyancı, dünyadan nefret eden, maraz, herkese ve her şeye karşı şüpheci, uslanmak bilmeyen bir kumarbazdı. ama pek az rastlanan bir edebiyat dâhisi olduğu da inkar edilemez.

henüz 28 yaşında olan dostoyevski rus edebiyatında adını duyurmuş ve gelmiş geçmiş en ünlü bir yazar olmaya aday biri haline gelmişti. babası aynı zamanda askeri operatör doktor olan mihail andreyeviç dostoyevski 1821 yılında st mary hastanesinde doğan oğluna feodor mihailoviç adını vermişti.

ailesini sıkı bir disiplin altında yöneten doktorun en büyük tutkusu içkiydi. kocaman kızlarını asla sokağa yalnız başına göndermezdi ve arkadaşlarına ya da komşularına gittikleri zaman mutlaka yanlarında bulunurdu. dört oğluna ise ruh hastası bir başçavuşun sertliği ile davranırdı. öfkeli bir adamdı, doğal olarak bütün çocuklar ondan çok korkardı. bu adamı dizginleyebilen tek insan ise zayıf ve güzel bir kadın olan karısıydı. sayısız defa bu öfke nöbetlerinde çocukları adamın elinden kurtarmıştı.

adamın bir diğer özelliği çok cimri olmasıydı. çocuklar 18 yaşına gelene kadar asla cep harçlığı vermemişti. fakat onları iyi okullarda okutmayı ihmal etmedi. yaz aylarını tula’da geçiren ailede feodor’un hayatındaki ilk değişikler burada oldu. babasına hizmet eden hizmetçi ve köleleri bu sırada tanımıştı ve bu insanlara çok bağlandı. gelecekteki yaşantısını değiştiren en önemli etkenlerin başında bu geliyordu.

1837 yılında feodor ve abisi mühendislik okuluna başvurdu. aynı sene anneleri öldü. eşi ölen doktor artık tamamen zıvanadan çıkmıştı. alkolü abartan doktor artık mesleğini yerine getiremediği için topraklarına dönmüştü. orada hizmetçi ve kölelerine çok kötü davranan doktor ne yazık ki bu insanlar tarafından öldürüldü.
dostoyevski babasının bu tutumu yüzünden onun ölmesini arzulardı. babası ölünce de bu düşünceler onu depresyona soktu. ilk sara nöbetlerini bu dönemde yaşadı.
feodor mühendislik okulunu bitirdikten sonra gönüllü olarak orduya katıldı. kendisi için hiçbir anlam ifade etmeyen bir hayata dalmıştı. maaşına ve babasından kalan topraklardaki payından aldığı 5 bin rublelik gelire rağmen her zaman sıkıntı içindeydi. bilardoya merak salmıştı ve her zaman kaybediyordu. hayatı boyunca gösterişli davranışları ile dikkati çekti ancak son birkaç yılı içinde dev romanlarının kendisine kazandırdığı büyük ün dışında daima yoksulluk içindeydi.
bu garip, kontrol dışı davranışlara karşılık hayatını baştanbaşa değiştirecek bir olay artık yavaş yavaş yaklaşıyordu. edebiyat.

edebiyat alanında yaptığı ilk iş balzac’ın “eugenie grandet” kitabını rusça’ya çevirmekti. ordudaki görevinden de ziyadesiyle bunalmıştı. ağabeyine gönderdiği mektubun bir kısmında şunlar yazıyordu. “askerlikten, patatesten nefret ettiğim kadar iğreniyorum.” ertesi yılın sonunda artık sabrı tükenen dostoyevski istifasını vermişti. yine kararını ağabeyine yazdığı mektupla haber verirken şunları yazmıştı. “hiç pişman değilim. bir ümidim var. romanımı bitirmek üzereyim. orijinal bir eser olacak.”

dostoyevski romanını o zamanın ünlü edebiyat dergilerinden birinde yayınlatmak istedi. fakat romanı içinde değişiklikler yapmadığı sürece yayınlamayı reddetmişlerdi. o da istenilen değişiklikleri yapmak yerine eseri kendi hesabıyla bastırmayı tercih etti. ağabeyine yazdığı mektupta; “roman gerçekten başarılı ise, yalnız ziyan olmaktan kurtulmakla kalmayacak, ayrıca bana borçlarımı ödemem için gereken parayı da sağlayacak. başarılı olamazsam, o zaman kendimi asabilirim…”

böylece 1846 yılında ekstra borç altına girip ilk kitabı “insancıklar” ı yayınladı. zamanın ileri gelen eleştirmenlerinden birisi olan belinski bu kitap için dostoyevski’ye mektup gönderdi. mektupta şunlar yazıyordu;
“siz sorunun ruhunun en derinlerine varmış ve birkaç çizgide büyük bir gerçeği ortaya koymuşsunuz. sizden rica ediyorum, yeteneğinizi değerlendirin ve ona karşı hep dürüst davranın. böylece büyük bir yazar olabilirsiniz.”

dostoyevski birden ünlü olmuştu ama bunu karşılayışı çok garip oldu. hayranlarına ve ona yardım etmek isteyenlere karşı küstahlaştı. böylece insancıklar kitabından kazandığı ün çok kısa sürmüş oldu.

kazandığı bu kısa başarılı dönemden sonra artık başarısız bir dönem içine girdi ve borçları başına dert oluyor ve çalışmalarını engelliyordu. aynı zamanda tekrar başarılı olabileceğine de inanmamaya başlamıştı çünkü hayranlarına olan tavrından sonra edebiyat dünyasınca alay edilen biri haline gelmişti ve bu tutum artarak devam ediyordu.

dostoyevski artık yönünü değiştirmeliydi, bu kaçınılmazdı. böylece reform isteyen insanların çevresine katılmayı seçti. tam bu sırada da hükümet söz özgürlüğünü yasaklayan ve köylülerin kölelikten kurtulmalarını öngören yazıları sansür edecek çalışmalar yapıyordu. her ikisi de dostoyevski’yi ilgilendiren konuydu. ilki yazar olarak ikincisi ise babasından kalan topraklar yüzünden. fakir köylülerin lehinde davranışlarının en hızlı çağında daha yatağındayken 23 nisan 1849 yılında yakalanıp tutuklandı. 22 aralık’ta kurşuna dizilmek üzere semyonevski alanına götürüldüler.
işte en başta okuduğum idam sehpasından dönen adam dostoyevski kurtuldu ve omsk’a gönderildi. burada 4 yıl boyunca çektiği korkunç acıları 1861 yılında yayınlanan “ölüler evinden anılar” adlı kitabında anlattı. mahkûmiyetinden sonra bir ara sürgün olarak semipalatinsk şehrine gönderilmişti. daha sonra biraz olsun toparlanabilmek için orduya er olarak katıldı. mahkum olmasından dolayı önceki rütbesi geri alınmıştı.

önce yüzbaşıyla daha sonra da sibirya başsavcısı ile dost olan dostoyevski daha rahat bir sürgün hayatı yaşamaya başladı. burada da “ölü evi” ni yazmaya başladı. asker olduğu sırada bir subayın karısı olan mariya ıssayev’e âşık oldu. genç kadın da ona âşık olmuştu ve 1957’de dul kaldığı zaman evlenmeye karar verdiler.
1858’de sürgün dönemi sona erdi ve başkente dönmesine izin verildi. “ölüler evinden anılar” kitabını tamamladı fakat kitap olarak yayınlanmadan önce “vremya” adlı dergide bölümler halinde yayınlanmaya başladı.

sibirya’daki tver şehrine dönüp bu durumu lehine çeviren dostoyevski yurt dışına çıkma imkanı yakaladı. 1862 yılında paris, londra ve cenevre’ye gitti. 1863 yılında roma’ya geçti. ardından da almanya ve danimarka’yı dolaştı. sürekli para sıkıntısı çeken dostoyevski karısı verem hastası olunca hastalığında ona yardımcı olma amacıyla geri döndü. ayrıca karısının ilk kocasından olan çocuğuna da bakmak zorundaydı. bu yüzden edebiyattan kazandıklarını artırmak hevesiyle kumar oynamaya başladı.

1864 yılında karısını, ağebeyini ve vremya dergisinden dost edindiği meslektaşı apollon grigoriyev’i kaybetti. ağabeyi mihail ciddi borçlar bırakarak ölmüştü. kanuni olarak hiçbir zorunluluğu olmadığı halde dostoyevski bu borçları da üstlenmişti. böylece altında ezildiği yük biraz daha ağırlaşmıştı.
1862 ve 1863 yılında beraber yurtdışına çıktığı arkadaşı pauline suslov ile yeni bir evlilik düşünmüş ve nişanlanmıştı fakat bir süre sonre pauline dostoyevski’yi terk etmişti.

dostoyevski wiesbaden’de bulunduğu sırada “yeraltından mektuplar” ı yayınlandı. umutsuz bedbahtlığın egemen olduğu bu dönemde yeni bir deha ortaya çıkıyor ve eleştiricilerin ciddi olarak ilgisini çekiyordu.

suç ve ceza kitabı 1866’da tefrika halinde yayınlandı. bu sayede borçlarından kurtulabilir maddi yönden bolluğa kavuşabilirdi fakat bunun yerine daha kötü durumlara düştü. kitabı çeşitli tepkilerle karşılandı. psikolojik araştırmalar henüz pek yeniydi; ya anlaşılmıyordu ya da yanlış anlaşılıyordu. fakat bütün bunlara rağmen hiç kimse bunlarından ardında yatan dehayı reddedemiyordu. bu nedenle dostoyevski’nin heyecanla beklediği rubleler bir türlü gelmedi.
suç ve ceza bölüm bölüm yayınlandığı sırada yarıda bıraktı ve başka bir romana “kumarbaz” a başladı.

yazmak onun için tutkuya dönüşmüştü ve hiç durmadan yazmaya başladığı bu dönemde gözleri bozuldu. bu sebeple kendine bir steno tuttu. yani konuşmayı hızlı ve olduğu gibi yazabilen biriydi. adı anna snitkin. çok kısa sürede birbirine aşık olan çift 1867 yılında evlendi.

balayını avrupa’da geçirmek isteyen ve 3-4 ay kalma hesabı yapan çift rusya’ya 4 yıl sonra geri dönmüşlerdi. dostoyevski’nin hayatında yaptığı en iyi şey bu genç kadınla evlenmekti. genç kadın en başta kocasının garip yaşantısını, gürültücü akrabalarını ve durmadan kapıyı aşındıran alacaklıları yadırgadıysa da daha sonradan bu hayata ayak uydurmuştu. kendi çıkarlarını düşünen yayıncılarla o başetti. borçları ödemek için bile alacaklıları kapıda o sıraya sokmuştu. mümkün olduğunca dostoyevski’ye dertsiz tasasız bir yaşam sunmaya çalıştı.

avrupa’da bulunduğu sırada dostoyevski büyük ün kazandıran romanların üçünü orada yazdı. ecciniler, ebedi koca ve budala.
anna dostoyevski sayesinde artık büyük borçların altından kalkmışlardı ve sadece kendi hayatlarını sürdürebilecek bir paraya sahiplerdi. yazar ilk defa kendini mutlu hissediyordu. ülkesinin geleceği için fikirlerine ve gazeteciliğe ayıracak zaman bulabiliyordu. bunu vatanseverlik olarak görüyordu ve onu dinleyen birçok üniversiteli genç mevcuttu.

bu mutluluğu gölgeleyecek yeni bir hadise ortaya çıkmaya başladı. dostoyevski’nin gittikçe kötüleşen sağlığı bu mutluluğu gölgeliyordu. çocukluğunda ve gençlik döneminde onu yakalayan sara nöbetleri geri dönmüştü. yine de bozulan sağlığına rağmen 1879 yılında belki de eserleri arasındaki en önemlisini en büyüğünü “karamazov kardeşleri” yazmaya başladı.

aynı yılın sonunda “russki weistnik” dergisinde tefrika olarak yayınlanmaya başladı. 8 kasım 1880 yılında romanın son bölümü yayınlandı. yayınevine gönderdiği son bölümün içinde bir de mektup vardı. mektupta “izninizle size “elveda” demeyeyim. daha yirmi yıl yaşamak ve yazmak niyetindeyim.” demişti.
25 ocak 1881’de yeniden hastalandı. çağırılan doktor gece hastanın kriz geçireceğini söyledi. gerçekten de huzursuz gece geçiren dostoyevski artık daha fazla yaşayamayacağını anladı. karısına kendisine “sefahatten dönen oğul” dan parçalar okumasını istedi.

son hastalığına yakalanmadan bir gün önce kitaplarını yayınlayan yayınevinin sahibine şunu yazmıştı; “şimdi fena halde paraya ihtiyacım var. lütfen bana 4 bin ruble gönderin.”
bir papaz başında dualar okudu. akşam saat 8 buçukta yaşama gözlerini yumdu.
ölümünden sonra kitapları binlerce baskı yaptı ve hayatını hep para sıkıntısıyla geçiren dostoyevski varislerine milyonlarca ruble kazandırdı.
devamını gör...
10.

lev nikolayeviç tolstoy

hayat hikayesini dinlemek için; dinle-izle

lev tolstoy’un adını duyduğunuz zaman aklınıza iki müthiş eseri gelir.
savaş ve barış – anna karenina

“tanrı’nın ülkesi içinizdedir. tanrı, aşk demektir.”

yaşantısıyla ilgili bu çağrısını hayatı boyunca herkese duyurmaya çalıştı.
rus edebiyatının temel taşları dostoyevski, maksim gorki, anton çehov ve turgenyev’den farklı küçük bir yanı vardı tolstoy’un. o küçük yan, rusya’nın yetiştirdiği en büyük yazarı olmasıdır.

28 ağustos 1828 yılında doğan tolstoy ailesine ait büyük topraklarda zengin bir birey olarak dünyaya geldi. öyle ki atalarından biri çar petro, yeğenlerinden biri şair ve oyun yazarı kont ve dedesi prens volkonski büyük katerina ordularının başkomutanı idi.

sosyal durumu ve sahip olduğu zenginlikler bakımından hayatının sonuna kadar refah içinde yaşayacağı belliydi. emri altında çalışan yüzlerce insanın yaşamı ve ölümü iki dudağının arasındaydı. isteseydi rus sosyetesinin içinde gününü gün edebilecek varlıklı bir adamdı. ama öyle yapmadı.
daha altı yaşına varamadan annesini dokuz yaşına geldiğinde de babasını kaybetti.
iyi kalpli tatyana teyzesinin hem kendisine hem de kardeşlerine bakmasıyla bu merhametli kadından çok şey öğrendi.

ilk gençlik çağından beri hem gerçeklerin peşinden koştu hem de hayatın güzel yanlarını ve çılgın zevklerini aramaya koyuldu.

dünyaya soylu bir aristokrat olarak geldiği halde hiçbir zaman bundan övünme payı çıkarmamış, tersine “yüzüm bir köylünün yüzünden farksız” demiştir.
tolstoy gençliğinde itibaren ne kadar çirkin olduğunun farkına varmaya başladı. bir seferinde şunu sormuştu ; “benimkiler gibi böylesine koca burunlu bu kadar kalın dudaklı böyle çipil ve küçük gözlü bir adamın dünyada mutluluğu bulması hiç mümkün müdür ?”
soru cevapsız kaldı.

çirkinliğini örtbas etmek için de daha sakalı çenesinden çıkar çıkmaz yüzünü mümkün olduğu kadar sakalıyla kapatmaya çalıştı.

eserlerinde yakaladığı başarı önce rusya sonra da bütün avrupa’ya yayıldı. çok defa onu görmek için uzak yerlerden geliyorlar sofada üstadı bekliyorlar ve içeriye iri yarı, heybetli görünüşlü, kocaman papaz sakallı bir devin, bir dâhinin gelmesini bekliyorlardı. fakat tolstoy içeriye girdiğinde herkes şaşıp kalıyordu. ziyaretçilerden birisi şunu karalamıştı; “kısa boylu, tıknaz bir adam: öyle çabuk hareketleri var ki sanki sakalı titriyor, yürümüyor, sanki koşuyor. “hoş geldiniz” derken o kadar neşeli ki insan karşısında bir çocuk var sanıyor”

ziyaretçiler, karşısındaki büyük ünü hayranlık ve hayal kırıklığı gibi karışık duygularla seyrederken birden yazarın kalın kaşlarının altındaki çipil gözleri çakmak çakmak yanıp tutuşur, delici bakışları misafirlerin üzerine dikilirdi. bunlar bıçak kadar keskin bakışlardı. hiç kimse gözlerini başka yöne kaçıramaz büyülenmiş gibi savunmaya çekilirdi. fakat bu durum sadece kısa bir an sürerdi ve bakışlar yerini yumuşak nazik bir gülümsemeye dönerdi. çünkü köylülerden onu ayıran en büyük özelliği gözleriydi. bütün duygularını gözleriyle anlatabiliyordu.
öyle bir göz ki bu büyük yazar maksim gorki “tolstoy’un gözlerinde yüzlerce göz gizlidir.” demiştir.

kazan üniversitesinde kendi sosyal sınıfından gençlerle çılgınca eylemlere girişmiş, yeni fizik denemeleri yapmıştır.

başkente gittikten sonra vaktini anlamsız ve hiçbir yararlı yönü olmayan sosyal çalışmalarla geçirmişti. kumara ve kadınların peşinden koşmaya vakit harcadığı sıralarda bu anlamsızlığı fark ettiğini ve yeteneklerini boşa tükettiğini hissediyordu. böyle bir durumda hemen elini eteğini çekmeye karar verdi.
topluma yararlı çalışmalar yapmak için ciddi bir iş programı hazırladı. fakat varlıklı olmasından dolayı vur patlasın çal oynasın yaşantısı yakasını bir türlü tam olarak bırakmadı.

tüm bunlara rağmen tolstoy ahlak yönünden kusursuz kalmayı arzuladı.
tolstoy üniversite’nin bitmesine yakın ilk ciddi kararını vermesi gerekiyordu. 1851’de babasından kalan toprakların yönetimi için yasnaya polyana’ya ailesi tarafından çağırıldı. çok kararsız kalan tolstoy ya gidip yönetimi devralacaktı ya da devlet memurluğu yapacaktı. hiç beklenmedik bir anda her ikisini de yapmayıp asker kardeşinin yanına katılıp tatar kabilelerinin isyanını bastırmak amacıyla kafkasya’ya gitti. gönüllü olarak askerlerin dağ köyüne yaptığı baskınlara katıldı.
yazarlık hayatındaki ilk ciddi adımlarsa burada başladı. sefer sırasında edindiği tecrübelerden yararlanarak “baskın” adlı kitabını yazdı.

bu kitap yazarın ilk denemesi değildi. st petersburg’da yayınlanan bir dergide “çocukluk” adında otobiyografik bir oyun yazmıştı. orduya katıldıktan bir süre sonra ise ilk romanı “kazaklar” kitabını yazmaya başladı.

“kazaklar” kitabı 1863 yılına kadar yayınlanmıştı ama onun öncesin sivastopol kuşatması üzerine yazdığı izlenimler olan “sivastopol hikayeleri” ününü pekiştiren çalışma oldu.

öyle ki turgenyev “bu genç yazar hepimizi gölgede bırakacak. en iyisi yazmaktan vazgeçmek” demişti.

tolstoy asker olarak hiç mutlu değildi, edindiği tecrübelerden sonra savaştan nefret etmeye başladı. yaşadığı dehşetli olaylar insan gururunun nasıl ayaklar altına aldığını göstermişti. hem sosyete içinde bulunup hem de savaşta yaşadığı olaylardan sonra hayatın anlamı üzerine düşünmeye koyuldu.

26 yaşında günlüğüne şunları yazdı; “insanı şaşkına çevirecek büyük bir fikrim var… insanoğlunun gelişmesine uygun yeni bir din kurmak. hazreti isa’nın dini… pratik bir din, gelecek için mutluluk vaat etmiyor, sadece bu dünya üzerinde mutluluğu sağlıyor… din aracılığıyla insanoğlunun birlik olması için bilinçli bir şekilde çalışmak…”

bu hedefe ulaşmak amacıyla usanmadan çalışmaya başlaması neredeyse çeyrek asır bekledi. fakat düşünce ile uygulamayı birbirinden ayıran çeyrek yüzyıl süresince hep bu hedefe ermek için uğraşıp didinmiştir.

ordudaki görevinden ayrıldıktan sonra günlüğüne yazdığı o fikirlerin tersine eğlenceli hayatına dönmüştü. fakat ahlak tutumu yüzünden yüzü asık ve huzursuzdu.

1858 yılında yasnaya polyana’ya döndü ve babasından kalan topraklarıyla ilgilenmeye başladı. artık köylülerin efendisi gibi yaşıyordu ve yaşadığı köydeki insanların hayatlarını inceledi.

iki yıl sonra bir avrupa turuna çıktı ve eğitim metotları üzerine incelemeler yaptı. döndüğünde devrimci metotları uygulayan bir okul açtı. derslere katılmak zorunlu değildi, çocuklar istedikleri yere oturabilir, dersleri ister izler istemezse izlemezlerdi. bu da çok uzun soluklu olmadı tabi, sağlık sorunları sebebiyle bir yıl sonra bu denemesinden vazgeçti.

tedavi gördüğü zaman polisler evini didik didik etmiş devrimci belgeler aramışlardı. fakat bulamadılar çünkü hiçbir zaman böyle belgeler tutmadılar. çizgi dışındaki eylemlerinden dolayı resmi makamlarla her zaman ters düşüyordu. soylu aileden gelmesi ve artık ünlü bir yazar olmasından dolayı bu tip polis takiplerinden kurtulması kolay oluyordu.

kendini tamamen topraklarına adadığı 1862-1876 dönemi en mutlu olduğu dönemdir. 1862 yılında eski aile dostunun kızı sofia behrs ile evlendi. en mutlu olduğu bu dönemde “savaş ve barış” ı yazmaya başladı. dünyaca ünlü bu romanın malzemesi ise hem kendi ailesi hem de annesinin ailesi olan volkonski’lerin arşivinden yararlandı. tolstoy bu romanıyla büyük bir deha olduğunu tüm dünyaya kanıtlamıştı.

1873 yılında ise ikinci en büyük eseri “anna karenina” yı yazmaya başladı. bu dönem onun için en zorlu bir dönemeçti. ona bakan teyzesi tatyana öldü, karısı hastalandı ve iki çocuğunu kaybetti. ayrıca resmi makamlar eğitimle ilgili çalışmalarını kösteklemekteydi. bütün bu olanlara karşın tolstoy, shakespeare dışında hiçbir yazarın ulaşamadığı biçimde insan karakterini çözümleyen “anna karenina” kitabını büyük bir ustalıkla yazdı.

ruhsal bunalımların baş gösterdiği 1876-1879 yıllarında intihar etmesine ramak kaldı ve canına kıymak isteğine bilinçli olarak karşı çıkabildi. bu eğilimden kurtulmasının en büyük nedeni ise 26 yaşında insanları kurtarmak için aklına gelen büyük fikrin etkisi vardır. bu fikri uygulamaya kararlıydı.

o andan itibaren tolstoy “insanların din aracılığıyla birlik olması” uğrunda çaba gösterdi. eserlerinin tamamı artık bu fikre hizmet etmeye başladı. basit bir köylü gibi yaşamak için hayatındaki her şeyi sadeleştirdi.

hayatının son döneminde evini, emlakini bırakıp köylüler arasına karışmak hayalini gerçekleştirmek için çabaladı. bu sebeptendir ki karısıyla olan büyük aşkı zarar görmeye başladı. karısından uzaklaşıp yeni hayatına adım attığı trende rahatsızlandı. bir hafta sonra 82 yaşında yaşama gözlerini yumdu.
devamını gör...

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim