1.
normal sözlük yazarlarının karalama defteri
biraz sonra yazacağımı aslında özel bir başlık altında yazabilirdim. bunu yapmama sebebim hem konunun göreceliği hem de eşsiz göreceliliğinden kaynaklı sınırsız içeriğe sahip olması. konumuz hayat. ya da daha iyi bir ifadeyle yaşam. fakat bu metne girişmeden önce benliğim hakkında birkaç şey söylemek gerekli; ne de olsa benliğimi-
pek zeki yazarlar kendi hakkımda niçin çiziktireceğimi anlamıştır bile. buna sonra döneceğiz, dönmesek bile (dönmesem bile) yazının içsel diyalektiği bu sırrı açığa vuracaktır.
ayrıca üstte yazdığım yazıyı kesintiye uğratmayıp silip yazabilirdim. o an aklıma başka bir şey geldi, onu yazmak istedim.
özel bir başlık açabilirim galiba. düşünürüz bunu sonra...
p//
bu eserle birlikte tarkovski'yi ve o güzel offret'i de işin içine katmış olduk böylece.
yazı biraz uzun olacak ama hayat hakkında ufuk açıcı bilgiler paylaşacağıma inanıyorum. bunu hiçbir önemi olmayan (bunu diyerek kendini aşağılamayan) ve belki hayatınızda yeri olmayan bir kimse yapacak hanımlar, baylar. işin ironik tarafı da bu bir bakıma. ama anlatılanlar hep ironi içeriyor. sabrınızı daha fazla zorlamayayım.
size altmetni ve hatta metni daha iyi anlamanız için kendi hayatımdan bahsetmeyeceğim. en fazla birkaç akıtma yaparım içeriye.
ben uzun süre boyunca yeraltında kalmış, aslında bakarsanız bile bile kendini yeraltına kapamış, belki meczup ama yüce gönüllü olmaya çalışan merhametli bir meczup idim. en azından kendimi öyle tanımlardım (kendimi aşağıladığım da yoktu hanımlar, baylar). doğu felsefesinden etkilenmemin yanı sıra (özellikle budizm), batı felsefesinden de etkilendim. elbette... nihilizm limanına sürükledim benliğimi ve oradan çıkmak bilmedim. tanrı'yı öldürdüm. tanrıcılık oynamaya bayılan ben, tanrıya dönüştü sonunda. belki anlamıyorsunuz henüz dediklerimi, anlamayın. nietzschevari bir üsluptan kaçınmaya çalışıyorum şu anda. göksel buyruklar değil... zavallı, hayata küsmüş bir adamın tekrar tekrar ölüşü neticesinde ortaya çıkan fikirler bunlar. kabalık etmek istemem, af buyurun.
fakat bunu der demez de ne kadar arlanmaz bir insan olduğumu iliştirmeliyim buraya. hiç de sanıldığı gibi iyi bir kimse değilimdir. iyi bir kimse olmamamın sebebi ve aynı şekilde iyi bir kimse olmamın nedeniyse belli: iyi-kötü, doğru-yanlış gibi (istediğiniz kadar çoğaltın) kavramların (kavram kelimesi gülünç gelir bana) icat edilmesi. bunun antropolojik temellendirmelerini yapmayacağım. gerek yok. çünkü şunu söyleyeceğim:
antropoloji, evrim, psikoloji (felsefenin bir alt dalı olarak okunabileceğinin farkındayım psikolojinin, tam da bu yüzden evrimsel psikoloji, psikanaliz vs.yi dahil etmiyorum.), felsefe ve bilim (son ikisi daha kapsayıcıdır elbet) gerçekliklerimiz ile doğan bir bakıma hermetik kelimelerdir. olmazsa olmaz görülebilmelerine karşın aslında olmasalar da olacak şeylerdir... hakikat-sonracı bir tavır taslamak gibi bir niyetim de yok.
bugün, bilim dediğimiz olgu sayesinde bildiklerimizin yalnızca öğrendiklerimizle sınırlı olmadığını biliyoruz. bir bakıma sezginin, bilinçaltı duyuların ve düşünülemeyecek ve asla bilinemeyecek gerçeklerin de bildiklerimize dahil edilebileceğini savunabiliriz. bildiklerimiz derken bunun tanımını illaki tarif edilebilir şeyler olarak tasarlamıyorum, önemli bir nokta. bu bilgi de cepte.
karanlık kuyudan çıkmak için karanlık kuyuya inmiş olmak gerekir, diyeceğim. bizler, bilimimiz ve felsefemiz sayesinde, yani bilincimizle yahut aklımızla var olduk diğer canlılar aksine. ama bir karıncanın yahut bir memeli hayvanın bilincinin sırf bizler gibi "düşünemiyor" diye değersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? birçok insan buna "evet" der. bunun tartışması bir kenara kalsın şimdilik ama benim cevabım hayır. bu, bir bakıma hümanizmanın yeniden var oluşu ve yok oluşudur hem. en azından savunum o yönde. fakat savunum, somut dünyanın soyut duvarları arasına sıkışmış kırıntılardan ibarettir.
dünyayı öyle görkemli inşa ettiğimizi savunuyoruz ki! bilimimiz ve felsefemiz adeta göksel bir buyruk sanki! bilim ve felsefe bu dünyayı anlama konusunda yararsız değildir belki fakat olmazsa olmaz da değildir. bir hayvan gibi yiyip içemediğimizin farkındayız artık (onların aksine düşünüyoruz biz, bunu da evrim yoluyla sağladık).
fakat tüm bunların haricinde bir gerçeklik olamaz mı? algımız, bu evrenle sınırlı ve bilincimizle çevreli. bilinçle çevreli algılarımızla sınırlı evrenin tek bir noktasına bakabiliyoruz yalnızca. bir kısmına bakarken tablonun, öteki kısmını inceleyemiyoruz. her kısmı bir başka isimlendirme ile inceliyoruz. evrim diyoruz, arkeoloji diyoruz, bilim! ve din! tanrıların doğuşundan bahsetmeyeceğim! onları nasıl öldürdüğümüzü ve yarattığımızı yahut nasıl tanrılara dönüştüğümüzden de! bunda korkutucu bir gerçek var gibi görünse de bir kulak verin: aslında kurtuluş daha yakında olabilir.
p//
dolayısıyla kısıtlı bakışımızın farkına varıp başımızı bakmakta olduğumuz tablodan çekmeliyiz. arkanıza bakın! hiçbir şey göremeyecekseniz eğer öncesinde baktığınız şeyin zaten ne anlamı kalır! başınızı çevirin! bakmayın bir kere de olsa! içgüdüleriniz sizi düşünmeye sevk edecektir fakat bunun da dışında, daha büyük bir gerçekliğe!
hiçlik diyorlar bazıları. hiçlik! bu, kısıtlı insan zihninin bir tanımlama girişidir yalnızca. tamam, hiç deyip de tanımlamaya girişebiliriz. hiç-lik olur. mantıksız değil. ama üstüne düşünüldükçe anlamı kaybolur bazı şeylerin. şeylerin... şeylerin... şeylerin... şeylerin!...
halen kelimelerle konuştuğumuzdan, yani hep baktığımız tabloyla aramızdaki iletişim ağıyla dinamikler kurduğumuzdan bazen susmak da gerekiyor. wittgenstein işte bu yüzden haklıydı.
diğer yandan... henüz bitirmedim.
şu sorulabilir: bu akıl yürütme de düşünceyle, algıyla yani tablonun bir neticesi olarak yapılmıyor mu?
evet. fakat kuyuya düşmüştük bir kere. istemsizce, nesiller, çağlar öncesinde. ben kendimi çıkarmaya çalışıyorum.
ayrıca bir sonuç daha var: düşünmeyelim demekle bu gerçekleşecek değil; önemli olan nokta huzuru ve hiçlik duygusunu yakalayabilmek, cehaletimizle ve sınırlı algımızla yüzleşebilmek. bundan sonra kurtuluşa ereceğizdir.
fakat farkındayım; dünya, bu sistem bizi düşünmeye itiyor. dengeyi sağlamak çok daha zor artık. yine de sağlanabilir. hayatta kalmaya yetecek kadar kendimize odaklanmalı önce ve kendimizi dinlemeliyiz.
bilmiyorum. geç bir vakitte yazıyorum ve uyku bastırdı. hiçbir şey bilmiyorum esasında. ve yazıyı düzenlemeden paylaşacağım. çünkü belki de... silinirse anlam kaybına uğrar. hem belki yazılar gerçekte böyle olmalıdır. benliğimi anlamanız için söylemek isteyip yanlış söylediklerimi de bilmelisinizdir. belki! bilmiyorum! bilmiyoruz! hiçbir zaman da bilemeyeceğiz! yaşasın!
pek zeki yazarlar kendi hakkımda niçin çiziktireceğimi anlamıştır bile. buna sonra döneceğiz, dönmesek bile (dönmesem bile) yazının içsel diyalektiği bu sırrı açığa vuracaktır.
ayrıca üstte yazdığım yazıyı kesintiye uğratmayıp silip yazabilirdim. o an aklıma başka bir şey geldi, onu yazmak istedim.
özel bir başlık açabilirim galiba. düşünürüz bunu sonra...
p//
bu eserle birlikte tarkovski'yi ve o güzel offret'i de işin içine katmış olduk böylece.
yazı biraz uzun olacak ama hayat hakkında ufuk açıcı bilgiler paylaşacağıma inanıyorum. bunu hiçbir önemi olmayan (bunu diyerek kendini aşağılamayan) ve belki hayatınızda yeri olmayan bir kimse yapacak hanımlar, baylar. işin ironik tarafı da bu bir bakıma. ama anlatılanlar hep ironi içeriyor. sabrınızı daha fazla zorlamayayım.
size altmetni ve hatta metni daha iyi anlamanız için kendi hayatımdan bahsetmeyeceğim. en fazla birkaç akıtma yaparım içeriye.
ben uzun süre boyunca yeraltında kalmış, aslında bakarsanız bile bile kendini yeraltına kapamış, belki meczup ama yüce gönüllü olmaya çalışan merhametli bir meczup idim. en azından kendimi öyle tanımlardım (kendimi aşağıladığım da yoktu hanımlar, baylar). doğu felsefesinden etkilenmemin yanı sıra (özellikle budizm), batı felsefesinden de etkilendim. elbette... nihilizm limanına sürükledim benliğimi ve oradan çıkmak bilmedim. tanrı'yı öldürdüm. tanrıcılık oynamaya bayılan ben, tanrıya dönüştü sonunda. belki anlamıyorsunuz henüz dediklerimi, anlamayın. nietzschevari bir üsluptan kaçınmaya çalışıyorum şu anda. göksel buyruklar değil... zavallı, hayata küsmüş bir adamın tekrar tekrar ölüşü neticesinde ortaya çıkan fikirler bunlar. kabalık etmek istemem, af buyurun.
fakat bunu der demez de ne kadar arlanmaz bir insan olduğumu iliştirmeliyim buraya. hiç de sanıldığı gibi iyi bir kimse değilimdir. iyi bir kimse olmamamın sebebi ve aynı şekilde iyi bir kimse olmamın nedeniyse belli: iyi-kötü, doğru-yanlış gibi (istediğiniz kadar çoğaltın) kavramların (kavram kelimesi gülünç gelir bana) icat edilmesi. bunun antropolojik temellendirmelerini yapmayacağım. gerek yok. çünkü şunu söyleyeceğim:
antropoloji, evrim, psikoloji (felsefenin bir alt dalı olarak okunabileceğinin farkındayım psikolojinin, tam da bu yüzden evrimsel psikoloji, psikanaliz vs.yi dahil etmiyorum.), felsefe ve bilim (son ikisi daha kapsayıcıdır elbet) gerçekliklerimiz ile doğan bir bakıma hermetik kelimelerdir. olmazsa olmaz görülebilmelerine karşın aslında olmasalar da olacak şeylerdir... hakikat-sonracı bir tavır taslamak gibi bir niyetim de yok.
bugün, bilim dediğimiz olgu sayesinde bildiklerimizin yalnızca öğrendiklerimizle sınırlı olmadığını biliyoruz. bir bakıma sezginin, bilinçaltı duyuların ve düşünülemeyecek ve asla bilinemeyecek gerçeklerin de bildiklerimize dahil edilebileceğini savunabiliriz. bildiklerimiz derken bunun tanımını illaki tarif edilebilir şeyler olarak tasarlamıyorum, önemli bir nokta. bu bilgi de cepte.
karanlık kuyudan çıkmak için karanlık kuyuya inmiş olmak gerekir, diyeceğim. bizler, bilimimiz ve felsefemiz sayesinde, yani bilincimizle yahut aklımızla var olduk diğer canlılar aksine. ama bir karıncanın yahut bir memeli hayvanın bilincinin sırf bizler gibi "düşünemiyor" diye değersiz olduğunu söyleyebilir miyiz? birçok insan buna "evet" der. bunun tartışması bir kenara kalsın şimdilik ama benim cevabım hayır. bu, bir bakıma hümanizmanın yeniden var oluşu ve yok oluşudur hem. en azından savunum o yönde. fakat savunum, somut dünyanın soyut duvarları arasına sıkışmış kırıntılardan ibarettir.
dünyayı öyle görkemli inşa ettiğimizi savunuyoruz ki! bilimimiz ve felsefemiz adeta göksel bir buyruk sanki! bilim ve felsefe bu dünyayı anlama konusunda yararsız değildir belki fakat olmazsa olmaz da değildir. bir hayvan gibi yiyip içemediğimizin farkındayız artık (onların aksine düşünüyoruz biz, bunu da evrim yoluyla sağladık).
fakat tüm bunların haricinde bir gerçeklik olamaz mı? algımız, bu evrenle sınırlı ve bilincimizle çevreli. bilinçle çevreli algılarımızla sınırlı evrenin tek bir noktasına bakabiliyoruz yalnızca. bir kısmına bakarken tablonun, öteki kısmını inceleyemiyoruz. her kısmı bir başka isimlendirme ile inceliyoruz. evrim diyoruz, arkeoloji diyoruz, bilim! ve din! tanrıların doğuşundan bahsetmeyeceğim! onları nasıl öldürdüğümüzü ve yarattığımızı yahut nasıl tanrılara dönüştüğümüzden de! bunda korkutucu bir gerçek var gibi görünse de bir kulak verin: aslında kurtuluş daha yakında olabilir.
p//
dolayısıyla kısıtlı bakışımızın farkına varıp başımızı bakmakta olduğumuz tablodan çekmeliyiz. arkanıza bakın! hiçbir şey göremeyecekseniz eğer öncesinde baktığınız şeyin zaten ne anlamı kalır! başınızı çevirin! bakmayın bir kere de olsa! içgüdüleriniz sizi düşünmeye sevk edecektir fakat bunun da dışında, daha büyük bir gerçekliğe!
hiçlik diyorlar bazıları. hiçlik! bu, kısıtlı insan zihninin bir tanımlama girişidir yalnızca. tamam, hiç deyip de tanımlamaya girişebiliriz. hiç-lik olur. mantıksız değil. ama üstüne düşünüldükçe anlamı kaybolur bazı şeylerin. şeylerin... şeylerin... şeylerin... şeylerin!...
halen kelimelerle konuştuğumuzdan, yani hep baktığımız tabloyla aramızdaki iletişim ağıyla dinamikler kurduğumuzdan bazen susmak da gerekiyor. wittgenstein işte bu yüzden haklıydı.
diğer yandan... henüz bitirmedim.
şu sorulabilir: bu akıl yürütme de düşünceyle, algıyla yani tablonun bir neticesi olarak yapılmıyor mu?
evet. fakat kuyuya düşmüştük bir kere. istemsizce, nesiller, çağlar öncesinde. ben kendimi çıkarmaya çalışıyorum.
ayrıca bir sonuç daha var: düşünmeyelim demekle bu gerçekleşecek değil; önemli olan nokta huzuru ve hiçlik duygusunu yakalayabilmek, cehaletimizle ve sınırlı algımızla yüzleşebilmek. bundan sonra kurtuluşa ereceğizdir.
fakat farkındayım; dünya, bu sistem bizi düşünmeye itiyor. dengeyi sağlamak çok daha zor artık. yine de sağlanabilir. hayatta kalmaya yetecek kadar kendimize odaklanmalı önce ve kendimizi dinlemeliyiz.
bilmiyorum. geç bir vakitte yazıyorum ve uyku bastırdı. hiçbir şey bilmiyorum esasında. ve yazıyı düzenlemeden paylaşacağım. çünkü belki de... silinirse anlam kaybına uğrar. hem belki yazılar gerçekte böyle olmalıdır. benliğimi anlamanız için söylemek isteyip yanlış söylediklerimi de bilmelisinizdir. belki! bilmiyorum! bilmiyoruz! hiçbir zaman da bilemeyeceğiz! yaşasın!
devamını gör...