bir ki. ses.
devamını gör...
en iyisi ben denemeyeyim. genelde başaramam da :/
devamını gör...
bugün erken kalktım, uzun bir süredir her gün sabaha karşı uyuyan biri için garipti. sokaklarda yürüdüm biraz, ertelediğim birkaç işimi hallettim.

bir parkta çay veren bir işletme gördüm, çayımı alıp bir banka oturdum, sigaramı yaktım. genellikle yaşlılar vardı; etraflarına garip garip bakan yaşlılar. belli ki yalnızlardı, konuşacak pek kimsenizin olmadığı, söyleyeceklerinizle de artık pek kimsenin ilgilenmediği zamanlarda böyle olur. kalabalık bir yere oturur düşünürsün; kalabalığın, etrafında yürüyen insanların olmasının gücü, biraz olsun yalnız olmadığını hissettirmesidir. bu hissi anlamayanlar, çay bahçesinde yalnız başına oturan insanlara şaşırdılar, ona türlü yakıştırmalar yaptılar. onlar da böyleydi, maskelerinin üstünde görebildiğim yalnızca gözleri ve beyazlamış saçlarıydı. kim bilir akıllarından neler geçiyor, hangi günahın kefaretini vicdan azabıyla ödüyor, kimlere içerliyorlardı. bilmek isterdim.

sonra bu, bana da bulaştı. iyi kötü yirmi altı seneyi doldurmuştum ama asla yaşlı değildim. hala enerjim yerindeydi. sigaramı içerken hayallerimin hala ölmemiş olduğunu düşünüp sevindim. güzel hayaller kurdum; güzel bir işimle iyi para kazanıyordum ve şu az önce yanımdan geçen şahane fizikli kadınla birlikteydim. işim gerçekten iyiydi, parası iyiydi, itibarı da iyiydi. yıllardır eze eze bir hal olmuş egomu biraz şişirmek istedim, hakkım vardı.

kadın güzeldi doğrusu, kafanızı ütüleyeceği zamanları yoksayarsanız, sizi mutlu edebilirdi. onun sevgisini istedim. sonra her derinliği olmayan şey gibi, onun da hayali yavaş yavaş yer değiştirdi. uzun vadeli hayallerime dönüş yaptım. güzel hayallerdi doğrusu, kimseyi incitmiyordu ve haddini de aşmıyordu. gerçek olabilecek şeylerdi, yaşama isteğimi uçuk hayallerle imkansızlaştırmıyordum. arturo bandini'ydim ben, nasıl hayal kurulur; bu işi biliyordum.

sigaram tütündü, yedi liraya almıştım ve iyi tütündü gerçekten. çayla beraber bana on liraya mal olmuştu ama bu zevkimi midemi doldurmaya tercih etmiştim. hay allah, şimdi de karnım acıkmıştı. sigara, karnımın açlığını tetiklemişti. on beş saniye sonra onu da unuttum. eve gidince peynir ekmek domates ve salatalıktan oluşan muhteşem sandviçimi yapabilirdim çünkü. istediğim zaman kalkıp gidebilirdim, özgürdüm. param yoktu, huzurum yoktu, mutlu değildim ama özgürdüm. yetinmeyi bilenler için gayet yeterlidir bu.

sonra bir sigara daha yaktım, çayım bitti. elimle cebimdeki bozuklukları kurcaladım, üç tane bir lira ve birden fazla küçük para hissediliyordu. bir çay daha alacak param vardı ama üç lirayı bir dakikada soğuyan bayat çaya vermek konusunda tereddütlerim de vardı. belki içtiğimiz çayın tadının hiçbir öneminin olmadığı, sigaranın yaktığı boğazımızı ısıtmak için aldığımız zamanlardan birinde kullanacağımı düşünerek vazgeçtim. bir daha parka gelemeyebilirdim ama geldiğimde cebimde üç liranın olmama ihtimalini daha muhtemel görüyordum.

evet, şu an üç lira benim için önemliydi. üniversite mezunuydum, tüm kapılar yüzüme kapanmış olabilirdi ama sabahtan akşama kadar insanların duygularıyla oynayan dilencilerden daha onurluydum. para kazananların vicdanlarını rahatlatmak adına dilencilere verdiği bu bozukluklar önemli olmayabilirdi ama benim için önemliydi. üç liraydı, kazanmak için hiçbir emek harcamamıştım, annemden almıştım. zaten on lirayı sigara ve çaya harcamanın vicdan azabını yaşıyordum. bir vicdan azabı yeterliydi şimdilik, en azından yenisinden kurtulmuştum.

sonra ayağa kalktım. evimden çokça uzağa gelmiştim. aylak aylak yürüyerek evime daha yakın bir parka oturdum. burada da yaşlılar vardı, boş gözlerle sağa sola bakan yaşlılar.
devamını gör...
"yolculuk sırasında el çantasından başka bagajı olmaması gereken biri, o ana kadarki yaşamını geride bırakırken yanında geçmiş hayatına dair ne alabilirdi ki?" a. k.

duyduğum an kendimi sorgulamama neden olan cümle. şu an kapıdan çıkacak olsam yanıma ne alırdım ki? düşünüyorum ne biriktirmişim hayata dair diye. maddesel hiçbir şeyin gözümde değeri yokmuş meğerse. 6 ev değiştirirken özenle kutuladığım, her taşınmada yine de eksilterek azalttığım dünyevi ihtiyaç malzemeleri sadece hepsi. kitaplarımdan vazgeçmek zor gelirdi belki. çünkü onlar büyürken en büyük arkadaşım oldular ama onları da bırakırdım, yeni birilerine yoldaşlık etsinler diye. fotoğraflar, anılarımın kalıtsallığı, hemen hepsi dijital ortamda vardı. herhalde kahve kupam, yeğenimin ilk hediyesi el izleri olan ahşap kutu dışında bir şeyim yok yanımda olmasını isteyeceğim. ama valizimi toplayıp gidemiyorum. bir yanım yol almak, yolda olmak istiyor. yepyeni bir başlangıç yapmak. ama geride bırakacamayacağım hislerim var benim. yalnız uyumak istemiyorum mesela. 9 yıl boyunca aynı kokuyla uyuduğunuzda yoksunluk hissedeceğinizi düşünüyorsunuz. tencerenin dibi tutmuş, tuzu çok kaçmış olsa bile elinizden öpüp ellerine sağlık diyen bir adamı bırakamıyorsunuz. uyanır uyanmaz kahveni hazırlıyorum deyip yarı mahmur gözlerle elinize tutuşturulan kahvenin tadı hiçbir kahvede olmuyor.
onca acı, sizi düşürdüğü zor zamanlar aklınıza geliyor. heybeme bir ömür sürecek aşkı da acıyı da kattın be adam, ben şimdi ne yapacağım diyorsunuz. bazen o kapıyı çat diye vurup, çıkıp geri dönmek istemiyorsunuz. yaptığı bir yanlışın tüm doğruları götürdüğünü, artık inancınızı yitirmenize sebep olduğunu fark ediyorsunuz. kalbinizde bir boşluk oluşturmasa bile beyninizi kemiren sorular ile hayatın devam etmesinin çok zor olduğunu düşünüyorsunuz. sonra tutuyor elleriyle yüzünüzü, sevgi dolu gözlerle bakıyor. "seni çok seviyorum sakın gitme. " diyor. içinizde biriken öfke ve sevgi öyle bir terazide kalıyor ki... ne affedebiliyorsunuz, ne de o valizi toplayabiliyorsunuz.
devamını gör...
öncesi

artık kendimi önemli hissetmek adına erken kalkmaya başlamıştım. sabah erkenden kalkıyor ve kahvem için su ısıtıyordum. sonra, sanki bugün çok önemli bir iş yapacak olan insan gibi ancak kısa ömürlü bir heyecan kaplıyordu içimi. oysa yapacağım çok az şey vardı; yürümek, tütün içmek ve kitap okumak. evime çok uzak bir parka yürümek için, beşinci sokaktan geçip milliyet caddesine bağlanmam gerekiyordu. beşinci sokaktan geçmeyi her zaman sevmişimdir çünkü bakkalda, ara ara sigara içmek için dışarıda ayakta bekleyen, yemyeşil gözlü, çok güzel bir kız çalışıyordu.

eğer bu güzelliği göremezsem, fazla para harcamamam gerektiğinin bilincinde olduğum için genellikle sonradan işime yarayacağını düşünerek garanti davranır, bir şişe su almak için bakkala girerdim. eğer içeride de yoksa, bakkalın sahibi o koca burunlu sinsi suratlı herife fazla tahammül etmemek için alıp çıkmakta hızlı davranırdım. beşinci sokak yokuşunu çıkarken de içimde bu güzelliği görememiş olmanın belli belirsiz bir burukluğu olurdu. ancak bu çok kısa sürerdi çünkü başkasını sevdiği her halinden belliydi. onu kollarımın arasına alıp öpücüklere boğabilmem olası değildi, o halde üzülecek de değildim. bir tür alışkanlıktı sadece.

milliyet caddesinden uzun bir yürüyüş sonucu ulaşıyordum parka. doğrusu, her şey yerli yerindeydi. yaşlılar yine pozisyonlarını almışlar, köpekler de bu sevgi dolu ve gözlerine baktıklarında sevgilerini vermekte oldukça cömert davranan yaşlı insanların etraflarında dolaşıyorlardı. basitti, kuyruk sallayıp masumca bakışlarını ayakkabılarına dikeceklerdi. böylece bu insanlar türlü leziz yemeklerini paylaşıyorlardı onlarla. işi çözmüşlerdi gerçekten, benden daha vasıflıydılar; kurnaz ve akıllıydılar. köpek olmak istedim, kuyruklarımı sallamak, ve istediğim anda hızlıca koşabilmek. sivri ve korkunç dişlerimi gösterip insanların korkudan altlarına sıçmalarını sağlayabilirdim. iyi bir insan olamamıştım bugüne kadar ama şans verilseydi, iyi bir köpek olabilirdim.

buraya neden geldiğimi hatırladım. biraz tütün içip düşünecek, sonra da kitap okuyacaktım. evde, o korkunç gürültü patırtının içerisinde marcel proust okumak zordu. proust'un bitmek bilmeyen cümlelerini yakalayabilmek, özümsemek, üzerine düşünüp aydınlanmak kolay değildi. saygı istiyordu proust, öyle bir şarkıya eşlik etmek gibi değildi; şarkı bestelenirken yardım etmek gibiydi. bu yüzden açık havada, ara ara odaklanmak için tütünümden destek olarak okuyacaktım onu. gönül, güzel bir evde, şöminenin karşısında okumak isterdi ama yoktu. adam gibi odası dahi olmayan bir sünepeydim. yokluğun içinde varlıklı olmanın hayalini kurmayı da kitaplardan öğrenmiştim. "herhalde proust beni görseydi, perişanlığımı yüz sayfada betimlerdi. ona çok malzeme verirdim" diye geçirdim içimden. kendimi yerin dibine sokmak hoşuma gidiyordu. başkalarının yapmasına izin vermiyordum; kendi kendimi över ve yererdim. basitti, ağzına sıçıyordun ve ağzına sıçtığın için haksız olabileceğini düşünüp kendini sakinleştiriyordun. böylece tek başına muhabbet edebiliyordun, mucizeydi doğrusu, tanrının bir mucizesi.

kitap okumadan önce, biraz düşünmek ve kalabalığın, canlılığın gücünden nasiplenmek için tütünüm bitene kadar kendime zaman verdim. sonra kitabıma dönecektim; hayata tutunabilmem için tanrının bana hediye olarak gönderdiği o okuma aşkıyla.
devamını gör...
uzun uzun iç geçirdi. tedavisi olmayan bir hastalığa tutulmuş bir hastanın ölümü beklediği gibi umutsuzca bekleyerek geçiriyordu zamanını. ne yana dönse enkaz. yıkıntıların arasında adımları birbirine karışarak yol almaya çalıştı. ufuk çizgisine doğru attığı her adımda arkasında bırakmak için çabalıyordu geçmişini. derin bir of çekti. nasıl üstesinden gelecekti, kimden yardım isteyecekti, bilmiyordu. sadece yürüyor, yürürken de başına gelenlerin kendiliğinden yok olup gitmesini bekliyordu. hayata beyaz bir sayfa açmak, öyle derler ya. peki ya daha önce kapkara olmuş o tozlu sayfalar, onları nasıl rafa kaldıracağız. hiç yaşanmamış gibi tertemiz yeni sayfalar açmak eskilerin yerine. hafıza dedikleri olmasaydı belki. her gün yeniden başlamak ne garip olurdu hayata.
devamını gör...
nurullah ataç "deneme benin ülkesidir." der tanımlamak için.
bugün biraz benden olsun. uzun zamandır dökmedim içimi birazcık saçılayım, belki huzur da gelir.
garip günler yaşıyorum. birçok insan hayatın akışına devam etmek zorunda kalırken ben yeni bir hayat yarattım kendime bu pandemi süreciyle birlikte. ve anladım hayatımda insanın ne denli kıymetli olduğunu, sanal bir hayatı yaşamaya başlayınca.
mutsuz muyum? hayır değilim elbette. uyum yaşamımın mottosudur. birçok şehir değiştirme, birçok insanı hayatına almak durumunda kalmam sebebiyle de kolayca adapte olmayı öğrendim. ya da zaten bu, bana bağışlanmış bir hediyeydi doğumla. çünkü hiçbir zaman yalnızlık nedir bilmedim. etrafımda hep bir kalabalık vardı ve genel olarak da sohbetlerin içindeydim.
şimdiyse biraz bükük hissediyorum. paylaştıklarım sesin tonunu, vurgusunu kullanmadan bir platforma gidiyor ya da bir kameranın ardından sevdiğim insanlarla bir aradaymış gibi vakit geçirmeye çalışıyorum. uzun saatler evde yalnız başıma kalıyorum. bir ekrana, bir kitaba ya da camdan dışarıya dönük bir yüzle bir günü daha geceye tek başıma bağlamaya çalışıyorum.
akşam olunca yalnızlık gidiyor da günün üçte biri biraz çok gelmeye başladı sanki artık bana.
hayat yavaş yavaş normale dönse de bende kavuşsam eski hayatıma diyorum. sonra birden bu yaşam biçiminin konforu aklıma geliyor. işe gidip gelmek için harcadığım üç saatin olmaması bir tek can evimden vuruyor.
yine de insanın insana ihtiyacı varmış. uzun zamandır görmediğin dostu karşında bulunca sıkı sıkı sarılıp öpmek istiyormuş insan. ve bunun kıymetini hiç de bilmiyormuşuz.
evde spor da yapılıyormuş ama salona gidince üç beş hasbihal etmek farklı bir tat veriyormuş.
çok sevdiğim müzikleri kalabalıkların içinde dans ede ede dinlemek de daha güzelmiş.
hele ki bir masaya dostlar ile toplanıp güle oynaya yemek yemek, içtiğin kadehi tokuşturup birilerine kaldırmak yemeğin de muhabbetin de tadını arttırıyormuş.
bu yüzdendir ki mutluyum ama özlemişim de çokça.
devamını gör...
sabah erkenden uyandım. odam küçüktü. bir dolap ve bir yataktan kalan yerde üzerine ıvır zıvırlarımı doldurduğum bir sehpa vardı. sehpanın üzerinde birbirinden alakasız; tırnak makası, bir bez, üzerinde birkaç çikolata kırıntısı olan bir ambalaj, büyüklü küçüklü iki tane bardak ve düşmemek için kendini zorlarmış gibi görünen bir kitap vardı. tıpkı ruh halim gibiydi, karmakarışıktı.

yatağımın nevresimleri temizdi. yastığımın kılıfı da yeni değişmişti. annem, tesbih çekmekten kalan zamanlarında yemek ve temizlik yapardı. temizliği iyi becermişti. halıda gözle görülebilecek pislikleri aramaya koyuldum. iri birkaç pislik bulmayı umuyordum; böylece anneme "iyi temizlik yapamamışsın, işte bak burada. görüyorsun, astımımın sadece tütün yüzünden azmadığını anlamışsındır umarım" diyebilecektim. bu da bir süre tütünden dolayı oluşan öksürüklerime yeni bir sebep olmuş olacaktı ve annemin tütün içmemem konusundaki baskılarından kurtulmuş olacaktım. tüm problem bu iğrenç toz birikintileriydi. yürüdüğüm zaman dağılıyorlar ve ciğerlerime doluyorlardı; işte öksürmemin yegane sebebi buydu. tütün de öksürtebilirdi ama bu tozun yanında bir hiçti.

hiçbir şey bulamadım. her yer tertemizdi. kafam bozulmuştu, iyi planlarım sık sık suya düşerdi. birkaç saniye sonra kafamın bozukluğu geçti. yatağımda yan durarak dolabımdaki aynadan kendimi seyrediyordum. otururken sırtımın kamburubun çokça çıkmış olduğunu fark ettim. kambur çirkin duruyordu, ok gibi doğrulmaya çalıştıysam da sırtıma giren ağrılardan dolayı bir süre sonra vazgeçtim. aynada tek normal olmayan sırtım değildi; saçlarım ve sakallarım da birbirine karışmıştı. hemen bu pasaklı halimi küçümseyerek gururumu zedeleyen birilerinin olduğu ve oradan intikam duygusuyla ayrılacağım bir hayali senaryo kurdum. bu senaryonun sonunda, bir gün çok şekil bir şekilde dönecektim ve hepsi şaşıracaktı. özellikle bana küçümseyrn gözlerle bakan o güzel kız mahvolacaktı. bir daha hiç kimseyi küçümsememesi gerektiğini öğrenecekti çünkü tanışma isteğini reddedecektim ve arkamı dönüp gidecektim. hayalim güzeldi ama gitmiştim artık ve bundan sonrası başka bir mağduriyet gerektiriyordu.

doğrusu kendimi hiç beğenmemiştim. saçlarım, yaşadığım trajedilerden dolayı dökülmüştü. kalanlarla da iyi bir şekil yapamıyordum. parmaklarımı tarak görevi görecek şekilde saçlarımın dibine sokup sağa doğru attım. artık seyrekliği biraz daha net görünüyordu. dipleri de acımıştı, sanırım dökülmek için sırada bekleyen teller vardı. kendime baktım, göz altlarım da muhtemelen gece geç saatte uyuduğum için şişmişti. kendimi incelemem, kahvaltı için annemin çağrısıyla bozuldu.
devamını gör...
yazılanları okuyunca ben mi yanlış biliyorum yoksa denemenin tanımı falan mı degisti diye hakkaten bi düsündüm ya. hatta tekrar arastırıp öyle geldim yazmaya; yazar arkadaslar belki de baslığı karıstırdı bilemiyorum ama yazılanlar kısa hikâye hep. deneme öyle olmaz.
devamını gör...
yalnızlığından saç diplerim ağrıyor, niye saç dibi? niye benim değil de senin yalnızlığın?

işin içinden çıkamadığım hallerde önce kafa derim ağrır benim, sonra başıma vurur o ağrı, sonra da o ağrı bana vurur, tam vurur ama? yalnızlığın gibi vurur mesela, oradadır, bilirim ama ne görebilirim ne de geçmesi için birşey yapabilirim, ikisini de iyi edemem, anca cümleleri uzatırım böyle noktayı koyamam bir türlü.

niye yalnızsın şimdi sen?
benim yanımda çok mu kalabalıktın?
ben yanında çok mu kalabalıktım?
bana benden ötürü dokunamadın mı?

çabuk cevap ver, saç diplerim ağrıyor, çabuk cevap ver ne yapacağımı bilmiyorum,
çabuk cevap ver, yalnızlığıma yalnızlığını da ekleyince taşıyamıyorum.

en azından biri geçsin bugün, şu saat, şu dakika!
ya saç diplerim ağrımasın ya da senin yalnızlığın bitsin, böyle olmuyor.

hangi tanrıydı o insana taşıyamayacağından fazla yük vermeyen, bi sorsana ona; benim adımı niye bilmiyor?
devamını gör...
.... dedi adam bağıra bağıra, aslında içinden bağırmıştı - her zamanki gibi - ve yine duyulmadı, çok basitti aslında dediği "ben seni köpek gibi merak ediyorsam, duygularına düşüncelerine dokunup yanında olmaya çabalıyorsam sen de aynısını yap, ben bir bireyim; yaptığım herşeyin benle bir alakası var, herşey sen değil, gör beni, merak et, ben hakkında benimle konuş, üstüme düş, ısrar et/ ki bu dünyada - yanında- yerim olduğunu hissedeyim. "

kadın adama baktı," ben seni.. "diyen bir cümle kurmak üzereydi, adam duydu anladı cümleyi, "özne hiç değişmiyorsa fiilin ne önemi var ?" diye düşündü,kalktı gitti.
devamını gör...
genç sayılabilecek bir yaştaydı. toplum tarafından sevildiğini varsayıyor ve yine toplumu oluşturan o bireylere karşı herhangi bir kötü niyet beslemeden yaşamanın gerekliliğine inanıyordu. fakat son zamanlarda bir sorun vardı. düşünceler arasında boğuşuyor, ‘’ çöp ‘’ diye tabir edilen o düşüncelerin arasında boğulup kalıyordu. bunun sonucunda da kendini toplumdan soyutluyor beyniyle mücadele içine giriyordu. mücadele etmenin bir faydası olmadığının onları yok saymak gerektiğinin idrakine zaman zaman varsa da bu düşünceler onu yıpratıyordu.


ailesi de durumun farkındaydı. genç adam için ellerinden gelen her şeyi yapıyorlar fakat onun kapanık ruh hali ve eski neşesinin olmadığını görmeleri onları çok üzüyordu. zaman zaman ‘’ sen mücadele etmiyorsun ‘’ diyerek net yargılarla genç adamı eleştirseler de desteklerini asla esirgemiyorlardı. genç adamın yaşadığı kötü süreç neticesinde gerçekleşmişti her şey. belki bir akıl tutulması, belki bir iyi niyetin suistimal edilişi onu sonu gelmez bir çıkmaza sürüklemişti. majör depresif bozukluk ya da obsesyon olarak tanımlanan çağımızın vebasını yaşıyor, sık sık düşük ruh halinde bulunuyordu. hastalığın getirdiği düşük ruh hali durumuna, sıklıkla, düşük benlik saygısı, önceden keyif alınan aktivitelerdeki haz yitimi, düşük enerji ve sebebi belirsiz acı duyma hissi eşlik ediyordu. zaman zaman yanlış inançlara ya da sonradan farkına vardığı yanlış inanışlara kapılabiliyordu.

güçlü de bir hafızası vardı fakat bu hafıza iyi yanları nadiren hatırlıyor kötü yanları beynine mıh gibi kazıyordu. ailesi desteğini esirgemese de onun bu durumun‘’ amansız bir hastalık ‘’ olarak nitelendiriyor fakat o ‘’ ama ‘’ sız bir hayat için mücadelesini sürdürüyordu.
zaman zaman avazı çıktığınca ağlamak istiyordu fakat toplum tarafından ‘’erkekler ağlamaz’’ sözüne öyle inandırılmıştı ki ağlamanın da gülmek, kızmak ya da mutsuz olmak gibi insani bir duygu, bir dışavurum olduğunu unutuyordu. genç adam doğarken insan beyninin başlangıçta bomboş bir levha gibi olduğuna, yaşanılan deneyimler ve anılar ile bedene ve beyne karakterin yerleştiğine inanırdı. gen faktörünü de atlamadan herkesin eşit şartta doğmayacağını düşünürdü ve ona göre herkes doğarken masumdu. bu yüzden doğuştan erdem yoktu kazanılmış erdem vardı. bir bebeği şair eden de katil eden bu kazanılmış olan olumlu ya da olumsuz tecrübelerdi. aynı şekilde yine bir beyni hasta eden de iyi eden de kişinin verdiği mücadele ile beraber hayatına giren ya da çıkan ve asla sebepsiz bir giriş çıkış neticesi barındırmayan insanların varlığıydı.


son olarak her gün güneş doğar, her gün yeni bir başlangıçtır ve sadece ihtiyaç olan şey zamandır. nasıl unuttuysan çocukken kırılan en sevdiğin oyuncağını, kırılan kalbini, yaşadığın kötü günleri de öyle unutacaksın genç adam. şunu da unutma asla ‘’ her gün güneş doğması için hayatına, her '' gün'' e '' eş '' olabilecek bir kadın girmeli hayatına...
devamını gör...
deneme ki, yanılmayasın...*
devamını gör...

bu başlığa tanım girmek için olabilirsiniz.

zaten üye iseniz giriş yapabilirsiniz.

"sözlük yazarlarından denemeler" ile benzer başlıklar

normal sözlük'ü kullanarak 3. parti dahil tarayıcı çerezlerinin kullanımına izin vermektesiniz. Daha detaylı bilgi için çerez ve gizlilik politikamıza bakabilirsiniz.

online yazar listesini görmek için lütfen giriş yapın.
zaman tüneli köftehor rehberi portakal normal radyo kütüphane kulüpler renk modu online yazarlar puan tablosu yönetim kadrosu istatistikler iletişim