eserlerini fransızca yazan rumen yazar e.m. cioran'ın 1949 yılı çıkışlı kitabı. kitap, 1996 yılından itibaren metis yayınları tarafından ''çürümenin kitabı'' adıyla basılmaktadır. fransızca'dan başarıyla çeviren haldun bayrı, kitaba herhangi bir önsöz eklemeyi gerek görmemiş haklı olarak. metis basımının kapağında yer verilen resim micheal mathias prechti'nin portakallar adlı tablosudur.
eser cioran'ın bir kesim okura göre ''ergen aforizmalar dolu kitabı'', bir kısım okura göre ise ''başucu kitabı'' olarak nitelendirilmektedir. ilk okur kesimi genelde kitap hakkında ''yarıya kadar okuyamadım'', ''okudum ancak gereksizdi'' şeklinde yorumlar yapmakta iken; ikinci okur kesimi ''dikkate değer kişisel yargıları barındıran ve her zaman açıp okunabilecek bir kitap'' şeklinde yorumlar yapmaktadır.
esere ilk okuduğumda cioran'ın ben açıkçası nihilizmin de ötesinde durduğunu düşünmüştüm. son derece yokoluşçu yargılarla doldurmuştu kitabı*... ikinci ve üçüncü okuyuşumda hak verdim cioran'a ancak hakkında kapıldığım niçe'den daha hiç'çi düşüncesi yerini başka bir şeye bıraktı. çünkü o, sorgulamalarını değil yargılarını yazmıştı. çünkü cioran bu kitabı 1936 yılında yazmayı bitirmiş, ancak okuyup evirip çevirdikçe bazı yerlerini yeniden yazmış ve düzeltmişti. bu da eseri sadece bir ''kitap'' olmaktan öte bir noktaya koymuştur. eser, okuyucuya herhangi bir öğreticilikle gitmiyor. cioran her cümleyi son derece bencil bir içtenlikle, bireysel olarak kaleme almış. size herhangi bir fikri empoze etme amacı gütmüyor. 'bak evlat bu hayatta bunlar böyle böyledir' demiyor. buna karşılık 'bence' kelimesine de kitabın herhangi bir yerinde rastlamak mümkün değil. bazı okur kısımının hayat enerjisini elinden aldığı yönündeki söylentiler doğru olabilir çünkü anlatılar komple bir dürüstlük içinde yazılmış. bu da kişinin kendi varoluşuyla, insan türünün karakteriyle ilgili ciddi yargılar barındırmasından mütevellit yüzleşmesini sağlıyor. doğal olarak okuyucu da bu yüzleşmeden memnun kalmıyor: ''ne güzel takılıyordum kendi dalgamda'' durumunu yerle bir etmece... konforu bozmaca... rahatınızı elinizden almaca...
cioran, kitabın ''dolaylı hayvan'' bölümünde şöyle der: tabiatta bütün varlıkların kendi yerleri varken, insan, metafizik olarak başıboş dolaşan, hayatın içinde kaybolmuş, yaradılış içinde tuhaf kaçan bir yaratık olmayı sürdürmektedir.
''kurtuluş yoluyla iptal'' bölümünde ise şöyle der: bir kez selamete erdikten sonra, kendine hala canlı demeye kim cesaret edebilir?
''unsurlarla dönüş'' bölümünde felsefeye ilişkin düşündürücü bir yargı belirmiştir: sokrates-öncesi düşünürlerden beri felsefe hiçbir ilerleme kaydetmeseydi, şikayet edilecek bir durum olmazdı.
''vardım, varım, ya da olacağım; dilbilgisinin sorunudur bu, varoluşun değil.''
'' çünkü her dehanın içinde bir marsilyalı'yla* bir tanrı beraber yaşar.''
(* marsilyalılar, palavracılıklarıyla ünlüdür.)
insanın kendi ile olan yüzleşmesine farklı açılardan ve acılardan yaklaştığını söylemek mümkün. ya da cioran'ın marsilyalılığı fazla kalmış olabilir; emin değilim. esas saplantısı, kayıp nesil, oluşturduğumuz siteler (sistem), iyilik ve kötülük, felsefenin olmayışı, trajedinin koşullar, bilinç, doğanın küstahlığı, melankoli, müzik, özgürlük, metafizik hayvan, itaatsizlik, yaşamak alanındaki tüm yargılarınızı tekrar düşünmeye sevk ettiği ciddi bir gerçek.
en sevdiğim pasajlarından biri ise şudur (ne zaman kendini bir şey zanneden bir hiç ile karşılaşsam gelir aklıma) : her şeyi horgören kişi mükemmel bir asalet havası üstlenmeli, ötekileri hatta kendini bile yanıltmalıdır: sahte canlı görevini böylece daha rahat yerine getirecektir.
bu eserin başucumda durmasının sebeplerinden biri cioran'ın geçmişte nazizim ile ilişkililiği ve kitabın ''hayatın pazarları adlı bölümünde, evreni bir pazar öğleden sonrasına dönüştürmesidir -ki pasaj sonu olmayan bir sonluluğu, sonsuz olmayan bir sonluluğu çok iç gıcıklayıcı şekilde ifade etmektedir-
(bkz:
bir pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren)
''pazar öğleden sonraları aylarca uzasaydı, ter dökmekten kurtulmuş, ilk lanetin ağırlığından sıyrılıp hafiflemiş olan insanlık nereye varırdı? yaşanmaya değer bir tecrübe olurdu bu. tek eğlencenin cinayet olacağı; sefahatın yürek temizliği, naranın melodi, sırıtmanın şefkat halinde görüneceği hayli muhtemel. zamanın sınırsızlığı duygusu, her saniyeyi dayanılmaz bir azaba, darağacına çevirirdi. şiirle dolu yüreklere şevksiz bir yamyamlık, bir sırtlan hüznü yerleştirirdi; kasap ve cellatlar bitkin düşüp tükenir, kiliseler ve genelevler iç çekişlerle dolardı. bir pazar öğleden sonrasına dönüşmüş evren... sıkıntının tasviridir bu - evrenin de sonu...''
okumadıysanız, kendinize benim gibi başucunuzda tutmama sözü vererek okuyabilirsiniz. en azından sevdiğiniz yada sevmediğiniz bir şey daha olur.
devamını gör...